Utku Şensoy
Soğuk Savaş döneminde önce üye ülkelerin ekonomik entegrasyonunu hedefleyen bölgesel bir kuruluş olan Avrupa Ekonomik Topluluğu, AET’ye dönüştü. 1957'de Roma Antlaşması ile kurulan topluluk, yerini 1993'te kurulan Avrupa Birliği’ne bıraktı. Avrupa Topluluğu adını aldı son olarak, 2009'da tamamen Avrupa Birliği’ne devredilip AET’nin varlığı sona erdi.
İşte o 2 dünya savaşının yorgunu yanıp, yıkılmış Avrupa’nın işbirliğinin yanı sıra genç işgücüne ihtiyacı vardı. Günümüzde Avrupa Birliği’nin lokomotifi olan Almanya ve Fransa öncülüğünde 60’lı yılların başında Türkiye’den sağlığı, gücü yerinde olan görece vasıflı gençler toplandı. Fabrikalarda, inşaatlarda, Avrupa’nın yeniden ayağa kalkması gereken her alanda Türkiye, Yugoslavya, Mağrib ülkeleri başta olmak üzere dünyanın dört bir yanından işgücü toplanarak büyük bir kalkınma yeniden yapılanma hamlesi başlatıldı. Bir anda artan nüfusla baş edilemedi, gelenler önceleri karavanlarda, pansiyon gibi kullanılmaya başlayan evlerde kalmaya başladı, koridordaki tek bir banyo-WC’yi 8-10 farklı kişinin kullanım gereği kültür farklılıkları nedeniyle sıkıntı yaratmaya başladı. İşte o zaman toplu konut fikri gündeme geldi. Düşük Kiralı Konut, Habitation à Loyer Modéré (HLM) ya da günümüze çevirirsek, sosyal lojman, bizdeki toplu konut gibi bir çözüm getirdi hükumetler. Bu yapılar bazen 5-6 katlı, bazen de 20-25 katlı olabiliyordu. Kiraların büyük kısmı devlet tarafından karşılandığı için önceleri harika bir buluş olarak kabul gördü.
Benim Fransa’ya üniversite okumak için gittiğim 70’li yılların sonlarında bu toplu konut yapılaşması, dünyanın dört bir yanından gelen farklı kültürlere sahip farklı milletlerden insanların bir arada yaşama sıkıntılarını da beraberinde getirdi. Çoğu geldiği ülkelerde kırsal kesim kökenli olanlar, Avrupa’nın yerleşik düzenli kent kültürüne hayli uzaktı. Oysa sıradan bir Avrupalı en az 6-7 göbek öteden beri büyük bir kentte yaşamış iyi kötü bir kent kültürüne sahipti. Dışardan gelenler ise adapte olamayıp büyük sıkıntılar yaşamaya başladı. Konsoloslukta çalıştığım yıllarda hemen her gün bir yurttaşımızın bu yerleşkelerde kavga-gürültüsüne tanık olur bazen müdahil olurduk. Zaman içinde bu yapılar gettolara dönüştü, Arap mahallesi, Türklerin oturduğu HLM’ler, Afrikalıların kaldığı site vb. hale dönüştü. Geçen zaman içinde hükumetler kangren haline dönüşen sorunlardan dolayı çok katlı sosyal lojman sitelerini yıkma kararı almak zorunda kaldı. Daha fazla yeşilin olduğu, yatay yapılarla “Citadin” şehirli, kent kültürüne sahip olmayan bu topluluğa daha huzurlu bir ortam yaratıp gettolaşmayı önlemeye çalıştı. 60’lı yıllarda Sirkeci Garı’ndan tahta valizle başlayan Avrupa macerasında Türkler bulunduğu ülkelerde artık dördüncü kuşağı yetiştiriyor. Bu yeni nesiller artık yavaş yavaş kent kültürlü olmaya başladı.
Ülkemize baktığımızda, Cumhuriyetin ilanına kadar İstanbul, İzmir dışındaki yerleşkeler kasabadan halliceydi. Çoğu yerde kırsal dışındaki merkezi alanlarda ticaret erbabı Ermeni ya da Rum’lar bazen de Levantenler oturuyordu. Bizim gariban atalarımız ya askerdi ya da kırsalda çiftinin çubuğunun ardında karasaban sürerdi. 30’lu, 40’lı yıllara kadar bırakın kent kültürüne sahip olmayı, yoğun savaş ve kıtlık dönemlerde sadece karın doyurma derdindeydi. Ankara’da 79 yıl önce hayat bulan Türkiye’nin ilk toplu konut projesi Saraçoğlu Mahallesi, 48’de kurulan İsrail Evleri ve 60’a doğru yükselen Bahçelievler’deki Yıldız Evler, başkent insanının kalabalık olarak topluca bir arada yaşam kültürünün yeşermeye başladığı ilk deneyimlerdi. Oralarda başlayanlarımız bile bugün ancak dördüncü kuşak kent kültürlü olabilmiştir.
Bugün bizim de çokça eleştirdiğimiz kültürümüz olmayan AVM-Rezidans-Plaza üçlemesi tüm olumsuzluklarının yanında bize tek bir şeyi öğretiyor, “Beraber yaşamayı, birlikte çalışıp üretmeyi!” Her ne kadar yeşilden uzak insanın doğasına karşı da olsa bu yapılar günümüzde çok revaçta. İnsanları bireyselleştirip, yalnızlığa iten, komşuluğu ortadan kaldıran, yardımlaşmayı bitiren yapılar olduğu doğrudur. Ancak, kurallar çerçevesinde bir arada yaşamayı öğrettiği de yadsınamaz. Sıkıysa sitedeki, rezidanstaki aidatınızı ödemeyin, gürültünün dozunu kaçırın, başkasının yerine park edin, köpeğinizin dışkısını ortak alanda bırakın… Katı kurallara uymayanların kulağından tuttuğu gibi kapı dışarı atılır. Bu kurallar bir yerde demokrasinin de gereğidir. Kural tanımaz karakterli yurdum insanı buralarda bir yerde, “Demokrasinin alfabesini öğreniyor, başkasının hakkına tecavüz etmemeyi, saygılı olmayı öğreniyor.” Oralarda, “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” aymazlığı bir süre söker sonrasında kulaklar düşer.
Rezidans ya da toplu konutlarda birlikle yaşarken karşısındakinin hakkına tecavüz etmeyen, onun alanına saygılı olan kısaca, kent kültürlü olarak tanımlayacağımız anlayışa sahip insanların çoğalması, ülkemizde demokrasi anlayışının yeşermesi açısından yaşamsaldır. Kural tanımaz anlayış içinde, “Ben yaptım oldu” anlayışından başka türlü kurtulamayız. Güçsüzün, azınlığın, karşıdakinin hakkına saygılı olmak kültürü ve çoğulcu demokrasi, aileden, oturduğumuz yerden, okuldan başlar.