Mülteci
Utku ŞENSOY
80’li yılların başıydı. Ermeni terör örgütü Asala’ nın peş peşe hain saldırılarla diplomatlarımızı şehit ettiği kara günlerin yaşandığı dönem. Teröristler Lyon Başkonsolosluğumuzu basıp, kurşun yağmuruna tutmuş, görevlilerden birini yaralamıştı. Rahmetli validemin görevde olduğu o binada şans eseri can kaybı yaşanmamıştı. Saldırının ardından, teröristler elini kolunu sallaya sallaya Başkonsolosluğumuzun yanı başındaki Ermeni kilisesine girmişlerdi. Gözü pek Rahmetli Başkonsolosumuz Okan Gezer elinde silahıyla sokaklarda terörist aramıştı. Lyon yeni açıldığı o dönem Marsilya Başkonsolosluğumuza bağlı olmasına rağmen, yurttaşlarımızın o bölgede yoğun olması nedeniyle iş kapasitesi çok daha fazlaydı. Saldırının hemen sonrasında Marsilya Başkonsolosumuz değerli diplomat Zübeyir Bensan’ dan teklif gelince bir an bile düşünmeden eğitimime bir süre ara verip Lyon Başkonsolosluğu’nda göreve başladım. Gencecik bir öğrenci olduğum için “ne iş olursa yaparım” düsturu ile, pasaport, doğum, ölüm, evlenme, tercüme vb. her işi yapıyordum. O dönem genç diplomat sevgili ağabeyim Emekli Büyükelçi Yalçın Erensoy’un işleri hızla öğrenmemde büyük katkısı olmuştu.
O yıllar Avrupa’da Türk işçi furyasının yaşandığı dönemdi. Fransa’daki hükumet de şartları uyanlara “mülteci statüsünde” çalışma oturma izni veriyordu. Onun tek istediği, 12 Eylül sonrası Türkiye’nin uluslararası kuruluşlar nezdinde, özellikle de Lahey Adalet divanında yargılanmasını sağlamak için Türkiye’de kökeni ve siyasi görüşü nedeniyle baskı gördüğünü, yargılanabileceği, hapse girebileceği kaygısıyla ülkeden kaçıp siyasi mülteci statüsü için başvurduğunu belirten bir yazıyı bulunduğu yerin valilik ya da kaymakamlığına vermesiydi. Sonrası mülteci statüsü, geçici oturma izni, ev kirası yardımı vs. vs. gelsin franklar…
Fransa, “80 öncesi 3 ay ikameti olanlara çalışma-oturma izni verilir” şartı koyması üzerine, Alp dağları bölgesinden ülkeye sızan yurttaşlar, 80 öncesi Fransa’da bulunduğunu kanıtlayabilecek tek belge olan pasaportuna “gereken özeni gösterip, zayiinden” ya da “yıpranmasından” yeni bir pasaport için akın akın bize başvuruyorlardı. Aslında çoğunun pasaportunda 80 öncesi Fransız gümrüklerinden geçiş tamponu bulunmadığı için, “çamaşır makinesinde kaza ile yıkanırken” okunamayacak kadar yıpranan pasaportlarla geliyorlardı.
Fransa’nın yasalarındaki bu açığı iyi değerlendiren diplomatlarımız, akıllı bir karşı hamlede bulunup bu pasaportların yenisini düzenliyorduk. Bazen tek başıma günde 100 pasaport verdiğim oluyordu. Marsilya Başkonsolosluğu’ndaki Nurten teyzem ve Serap hanım ise, (daha sonra eşim olacak) oranın politikası uyarınca günde en çok 9-10 yeni pasaport veriyorlardı!
Bakmayın pusu kültürünü Ortadoğu kavimlerinden, ayak oyunları ve kalleşliği Bizans’tan almış olduğumuza, ilginç adamlardır bu düello kültürüyle yoğrulmuş Avrupalılar. Üniversite eğitimim boyunca 10 yıl onlarla birlikte yaşamama rağmen bazı şeyleri hala anlayabilmiş değilim.
“Attestation sur l’honneur” (Onurum-şerefim üzerine) diye bir kağıt parçasına 2 satır şöyle bir yazı yazıp valiliğe kaymakamlığa başvurmaları yeterliydi;
“80 öncesi Fransa’da 3 ay kaldım, ama o dönemki giriş-çıkış damgasının kanıtı olan pasaportumu bilmeden pantolonumun cebinde çamaşır makinesinde yıkandı. Ben de Türk Konsolosluğundan yenisini çıkardım. Oturma izni talebimin kabulünü arz ederim.”
!!!
Adamlar, “şerefiniz üzerine” yazdığınız bu yazıyı inandırıcı bulup yeterli görüyorlardı! Biz de, “Türkiye aleyhinde iddialarda bulunup, yaptığınız mülteci başvurunuzu geri aldığınızı kanıtlayacak o kağıdı görmemiz halinde yeni bir pasaport alabilirsiniz” diyorduk! Sonuçtan herkes memnundu; Fransa, “France, terre d’asile” sığınmacıları destekleyen ve sığınma haklarını dünyada en çok savunan ülke konumun gereğini yaparak hem övünüyor hem de ihtiyacı olan genç işgücüne kavuşuyordu. Türkiye, aleyhinde başvuru olmaksızın işsiz yurttaşlarının yurtdışında iş bulmasından mutluydu, yurttaşlar da (ağırlıklı olarak Orta ve Doğu Anadolu kökenliler ile Kürtler) iş ve ekmek kapısı bulmuş oluyordu.
Yukarıda yazdıklarımı, ekonomik sıkıntılarımızın yoğun biçimde yaşandığı bu dönemde yıllardır ülkemizde zorunlu misafirlerimiz olan Suriyeli mültecilerin Edirne’ye akın etmesi üzerine anımsadım.
Türkiye, barındırdığı savaştan, yıkımdan ve kaostan kaçan 4 milyondan fazla Suriyeli sığınmacı için, “kayda değer bir yardım alamaması” ve “Suriye’deki mücadelesinde yalnız bırakılması” üzerine, “mültecilerin Türkiye’den ayrılmasını engellememe yönünde bir politika değişikliğine” gitti. Bir anda on binlerce mülteci Yunanistan sınırına hücum etti. Avrupa’nın bu çaresiz insanların hepsine kucak açacağından kuşkumuz var. Keşke yüz binini değil, bir iki milyonunu alsalar. Böylece sadece kendi ülkemizin refahı ve geleceği için değil, bu insanların geleceği için de hayırlı olurdu. Ama 60’lı yılların başında çok ihtiyacı olan ucuz işgücü için bile, ince eleyip sık dokuyup, atlara yapılan muameleyi insanımıza reva görüp dişlerine kadar kontrol ederek kabul ettiği ilk kuşak “gurbetçileri” hatırladıkça, Avrupa’ya gitme çabasındaki Suriyelilerin de yıllardır onlara kucak açan ülkemizin de işi çok zor.