Dervişoğlu'nun korumaları ile gazeteciler arasında yaşanan arbede yargıda Dervişoğlu'nun korumaları ile gazeteciler arasında yaşanan arbede yargıda
Haber: Bilgesu Erdem  14 Mayıs ve 28 Mayıs seçimlerinden mağlubiyetle çıkan CHP'de değişim tartışmaları hiç olmadığı kadar gündemi meşgul ediyor. Parti içi bölünmeler, belki de ilk kez bu denli görünür halde. Diğer yandan CHP'de son yılların en gergin ve uzun parti meclisi toplantısının gölgesinde muhalefetin içindeki çatlak sesler daha da duyulur oldu. Çalkantılı süreci, Xavier Üniversitesi Sosyoloji Programı Başkanı Doç. Dr. Utku Balaban 24 Saat'e değerlendirdi. CHP’de değişim sesleri yükseliyor diğer taraftan Kılıçdaroğlu tek adam olmadığının sinyallerini verirken diğer yandan koltuğunda  oturuyor. Sizin değerlendirmeniz nedir? Doç. Dr. Utku Balaban: CHP zor bir süreçten geçiyor. Sorunun kökenine inmek için belleğimizi biraz tazelememiz gerekir. 1990’larda bugünkü CHP’nin selefi SHP parti siyasetinin önemli bir bileşeni idi. Bu partinin içinde çokça hizip vardı ve her hizip şu veya bu şekilde ülkenin temel meselelerine ilişkin farklılaşan yaklaşımlar sunmaktaydı. 1980 Darbesi’nin yarattığı siyasi tahribatı azaltma, ülkeyi tekrar demokratikleştirebilme ve, özellikle, o dönemde gittikçe şiddet alanına sıkışan Kürt Meselesi’ne dair sınırlı da olsa çözüm önerme yönünde adımlar atabilen bir yapısı vardı partinin. Elbette ki ideal bir yapı olmaktan çok uzaktı ki neticede kendini imha etti. Fakat yine de bu dönemi anımsamalı: Bu partide fikirler görece sulh içinde yarışıyor ve partinin kilit pozisyonlarına gelmek isteyen kişi ve hizipler ön plana çıkabilmek için bu fikri yarışmaya dahil ve taraf oluyorlardı (ve olmak zorundaydılar). Yani kısaca SHP o dönemde modern parti siyaseti çerçevesinden bakıldığında hakiki bir partiydi. Bir kişi veya kliğin “arpalığı” değildi. Bu açıdan 1994 yerel seçimlerine vurgu yapmak gerekir. Bu seçimin iki önemli sonucu İslamcıların İstanbul ve Ankara belediyelerini SHP’den alması ve bu yenilgi nedeniyle SHP’nin bir çözüm olarak Baykal liderliğindeki çok küçük bir oy oranına sahip olan CHP’ye katılması oldu. Dünya siyaset tarihinde benzeri az rastlanır bir şekilde 1989 yerel seçimlerinde yüzde 29 oy oranı ile birinci olan SHP kendisini 1994’te yüzde 4.6 oy alan Baykal’ın CHP’sine teslim etti ki o yüzde 4.6 da herhalde büyük oranda SHP’den gelen oylardı. Baykal, o dönemde, en hafif tabiriyle, dolambaçlı yöntemlerle fiilen SHP tabanından gayrı hiç oyu olmayan CHP’yle SHP’yi ele geçirdi. Süreci demokratik çerçeveden irdelediğimizde birçok açıdan eleştirmeliyiz fakat olgunun bu (bence en önemli yönünü) göz ardı etsek bile karşımıza başka bir hakikat çıkmakta: Çok çok küçük balığın çok büyük balığı yuttuğu bu garip sürecin hemen ardından 1991 genel seçiminde yüzde 21 oy oranına ulaşan SHP’nin aksine 1995 genel seçiminde CHP sadece yüzde 11 oy alabildi. Baykal bu dönemde partinin ideolojisizleştirilmesi için ilk adımlarını atmaya başlamıştı. Örneğin 1997 CHP Kurultayı’nda o dönemin popüler şarkıcısı Ricky Martin’in bir şarkısı eşliğinde büyük bir platforma uzunca bir merdivenden koşar adımlarla inerek konuşmasına başladığı an o dönemi yaşayanlarca hâlen hatırlanır. Baykal’ın o kurultaydaki mesajı “fikirler önemli değil, lider önemlidir. Ve ben o liderim” cümleleriyle özetlenebilir. O kurultay sonrasındaki ilk seçim 1999 yılında gerçekleşti ve CHP meclis dışında kaldı! Bu süreci birebir hatırlayan, CHP’nin yerel siyasetine katılan tanıdıkları, akrabaları olan birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki bu dönem Türkiye sosyal demokrasi tarihine bir kara leke olarak geçmiştir. Baykal’ın o yıllardaki tek hedefi parti içindeki hizipleri “temizleyerek” kendi liderlik sultasını kurabileceği bir yapı oluşturmak idi. Diğer bir deyişle Baykal’ın ve etrafındaki çıkar çetesinin amacı partiyi başarıya ulaştırmak ve partinin üstüne oturduğu sosyal demokrat ideolojinin içinden çıkan fikirleri yaşamak geçirmek değildi. Bu dönemde hem sosyal demokrat hem de sosyal demokrasinin solunda kalan kesimler partiden kademeli olarak tasfiye edildi. Ne ilginçtir ki Baykal’ın parti üzerinde tartışmasız şekilde tasallutunu kurabilmesini sağlayan gelişme 1994 seçimlerinde olduğu gibi yine İslamcıların tarihsel serüveni ile birebir ilgilidir. İslamcı AKP dışında, 2002 seçiminde DSP’den kopan oyların bir kısmını alması sayesinde CHP’nin barajı geçen diğer tek parti olması sayesinde Baykal CHP-SHP birleşmesinden sonra kendisinin kurmaya çalıştığı otoriter düzene karşı çıkabilecek her hizbi tasfiye ederek, bırakın 90’ları ya da 80’leri 1950’lerden yani İsmet İnönü döneminden beri hiç görülmedik ölçüde partinin demokratik pratiklerini ve kültürünü tarumar etti. 2002 seçimine bu çerçeveden baktığımızda Baykal’ın neden Erdoğan’ın siyasi yasağının etrafından dolanarak milletvekili seçilme sürecini desteklediğini daha iyi anlayabiliriz. Baykal, (kendi partisindekilere gösterdiği baskıcı tutumun aksine) Erdoğan’a verdiği bu desteği “demokratlığı” ile açıkladı. Fakat Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bir siyaset bilimi doçenti olarak herhalde 2002 sonrasında Erdoğan’ın liderliğinin tahkim edilmesinin fiili bir çift-partili düzene geçişi sağlayacağının ve bu yeni düzende ikinci parti olacak CHP içindeki kendi konumuna artık kimsenin karşı çıkamayacağının da farkındaydı. Bu tür bir çift-parti düzeninin “kurumsallaşması” için ise sadece yüzde 10’luk seçim barajının devamı değil aynı zamanda CHP’nin fikirlerin yarıştığı bir mecra olmaktan tümüyle çıkması gerekiyordu. Yani sadece kişi ve hiziplerin değil fikirlerin ve hatta düşünme ve tartışma pratiklerinin de partiden tasfiye edilmesi gerekiyordu. Baykal Türkiye’deki siyaseti İslamcılık-laikçilik ikiliğinin çürütücü ekseni üzerine oturtmak için çok çaba gösterdi. Bu aşamada şunu da hatırlatacağım: Bu sağ laikçilerin ülkeye vurduğu ilk darbe değildi elbette. Biraz daha geriye gidersek CHP’nin dönemin sosyalist hareketlerinin güç kazanmasıyla sola doğru kaydığı 1970’lerde parti içinde bu durumdan çok çok rahatsız olan bir kesim vardı ki bu kesim o dönem CHP genel sekreteri (ve Metin Feyzioğlu’nun dedesi) olan Turhan Feyzioğlu liderliğinde 1973’de Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin kurdu. Kenan Evren’in anılarını okuduğumuzda aynı Feyzioğlu’nun 12 Eylül Cuntası ile çok sıkı ilişki içinde olduğunu ve, daha da ötesi, Türkiye’de İslamcılığın önünü herhalde en çok açan kişi olan, öncesinde MSP’den milletvekili adayı olmuş ve en azından kardeşi Korkut’un tarikat mensubiyeti o dönemde resmi evrakla tescilli Turgut Özal’ı cuntaya şevkle tavsiye ettiğini görüyoruz. Yani Türkiye’de laikçiler, İslamcılar olmadan siyasi yaşamda tutunamazlar. Bu bağlamda Baykal, Feyzioğlu’nun attığı ilk adımı ileri taşıdı. Herhalde herkesin bildiği bu gerçek nedeniyle Baykal’ın kimin tarafından düzenlendiğini hâlen bilemediğimiz kaset skandalı çok az kişiyi şaşırttı. Türkiye’deki toplumsal sorunların müsebbibi İslamcılarsa, İslamcıları siyasetin merkezine taşıyan kişilerden biri de Baykal’dır. Partiye ve ülkeye tarif ve tadil edilmesi güç, büyük zararı olmuştur. Bu süreci şu veya bu şekilde kolaylaştıranların da… Öte taraftan bu skandalın akabinde her ne kadar Baykal’ın oluru ile parti başkanlığına gelmiş olsa da Kılıçdaroğlu’na dönük büyük bir beklenti oluştu. Kılıçdaroğlu önemli bir devlet kurumunun genel müdürlüğünü yapmış ve bu nedenle müstakbel bir CHP iktidarında devletin mali girdi ve çıktısını kontrol etme kabiliyeti olan bir kişiydi. Fakat siyasette karar alıcı bir görevde bulunmamıştı. Yani farklı toplumsal grup ve sınıfların çıkarları çeliştiğinde ne tür bir tavır takınacağına dair şahsi pratiğinden hareketle kamuoyunda bir fikir oluşmamıştı. CHP’nin oy oranını arttırsa da 2009 İstanbul Belediye Başkanlığı seçimlerini Kadir Topbaş’a karşı açık ara kaybetti. Tüm bu soru işaretlerine rağmen geniş halk kesimleri Kılıçdaroğlu’nu sahiplendi ve hatta ilk başlarda kendisine, eşitlik ve özgürlük beklentilerini simgeleyecek şekilde “Gandi” diye hitap edenler oldu. Hatırlatmak gerekir ki kendisi bu adlandırmadan rahatsız olmuştu. Yani halkın içinden gelen, gücün yanında değil karşısında olan “Gandi” imgesinden memnun olmamıştı. Aslında ilk DSP’den siyasete girmesi bekleniyordu. Bu nedenle sosyal demokratsa bile o yelpazenin sağında yer aldığı izlenimini veriyordu. Yine de Kılıçdaroğlu ilk başlarda bir iddiayla ortaya çıktı: 1990’lardan beri siyaseti esir etmiş İslamcı-laikçi çekişmesini sönümlendirecek bir toplumsal mutabakat projesi... Bu proje doğası gereği bir tür “sola açılmayı” içermeliydi. Yani eğer insanları inançlarına, kimliklerine göre parçalayarak siyaset yapmayacaksanız ortak bir platform üretmelisiniz. Beşeriyet kavramı etrafında şekillenen sol fikriyat da hem mantıken hem de SHP/CHP çizgisinin tarihsel gelişimi nedeniyle doğal olarak bu platformun ana bileşeni olmalıydı. Fakat Kılıçdaroğlu (ve etrafındaki klik) bu tür bir adım atmaktan ısrarla kaçındı. İslamcı-laikçi çekişmesini İslamcıları ve laikçileri sola çekerek ve bu yeni sol platform içinde ortaklaştırarak değil, bu kesime “birbirinden yalıtılmış iki mahallenin sakinleri” olarak seslenerek aşmaya çabaladı. Bu “mahallelerdeki” çalışan ve dar gelirli kesimler arasındaki ortaklaşmaları söyleminin ve eyleminin merkezine oturtmadı. Partinin iktisadi konulara ilişkin yaklaşımı işçi sınıfının güncel sorunlarına dokunacak şekilde yeniden tasarımlanmadı. Kürt Meselesi’ne ilişkin Kılıçdaroğlu yönetimindeki CHP’nin genel tutumu da bir hayli sorunludur: Bu meseleye ilişkin hemen her kritik dönemeçte CHP bir taraftan İslamcılara destek verdi. Öte taraftan da Kürt Hareketi’ne sembolik jestlerle İslamcılara verdiği desteği unutturmaya çalıştı. Çözüm Süreci’ne en hafif deyişle kuşkucu şekilde yaklaştı ki bu tutum eğer İslamcıları zayıflatmak için takınıldıysa, hiçbir işe yaramadığını artık rahatlıkla söyleyebiliriz. Oysa o dönemde bu sürece ilişkin yöntemsel sorunlara vurgu yaparak kenara çekilmek yerine bir alternatif sunulabilirdi ki bu tür bir adım siyasetteki birçok dengeyi İslamcılar aleyhine değiştirirdi. Bu ikircikli tutumun arkasındaki hesap ise şu gibi gözüküyor: Kürt Hareketi’nin İslamcılar tarafından hukuk dışı yollarla zayıflatılmasını kolaylaştırarak Hareketi CHP’ye bağımlı kılmak. Parti içinde ise kapsayıcılık gibi bir hedef izlemedi. Örneğin Kılıçdaroğlu parti lideri olduğundan beri CHP’nin üye sayısı neredeyse sabit kaldı. Ön seçimi asli unsur kılma iddiasıyla lider olan Kılıçdaroğlu bu vaadini de yerine getirmedi. Belki tüm bunlardan daha önemlisi parti içinde “CHP nedir, nasıl bir siyasi partidir, ideolojisi nedir” gibi sorulardan hareketle bir fikri tartışma başlatmadı. Bu bir tercihti ve bu tercihin arkasında sağ bir zihniyetin yankısı var gibi geliyor bana çünkü sağ zihniyet fikirlerden ziyade kişilerin konuşulmasını ister. Dolayısıyla Kılıçdaroğlu’nun siyasi geçmişine baktığımızda CHP başkanlığına geliş biçimi, partiyi yönetim tarzı ve temel siyasi meselelerde takındığı tutum açısından sağ eğilimli bir kişiyi görüyoruz. Ötesi, fiilen Baykal’dan bile daha güçlü bir genel başkan var karşımızda. Örneğin 2004 yerel seçimindeki başarısızlık sonrasında, daha henüz 2002 yılında Baykal’ın oluruyla İstanbul’dan milletvekili seçilmişken sözcülerinin “belli kişileri parti yönetimine değil, partiyi iktidara taşımayı” hedefleyen “30’lar Hareketi” olarak adlandırılan gruba dahil oldu. Ve Baykal bu çıkıştan sonra diğer imzacıların önemli kısmını tasfiye etmesine rağmen Kılıçdaroğlu’nu tekrar milletvekilliğine aday gösterdi. Kılıçdaroğlu döneminde ise partide bu tür bir çıkış bile görmedik diyebiliriz. Muharrem İnce’nin bir adaylık süreci oldu fakat kendisinin Kılıçdaroğlu’na itirazının ideolojik nedenleri en azından yeterince başarıyla anlatılamadı diyelim. Özetle soğukkanlı bir değerlendirme için kişilerin niyetlerini okumak ya da dokümante edilemeyen dedikodulardan türeyen komplo kuramlarına yaslanmaktansa gözümüzün önünde duran olguları hatırlamak yeterli. 2010’dan beri CHP’nin başındadır. Birkaç sene içinde CHP başkanlığı süresi Mustafa Kemal Atatürk’ünkini geçecek. Yani elimizde neleri yaptığı, yapmak istediği ve yapabildiğine ilişkin güçlü done var. Bu doneden hareket edersek parti içinde sağa eğilimli bir siyasetçi figürü ile karşı karşıyayız. Öte taraftan parti içinde kesinlikle Ecevit’i, Baykal’ı ve hatta belki İsmet İnönü’yü bile aşan bir güce sahip. Dolayısıyla kendi tarihsel mirasını belirleme yükümlülüğü kendi ellerindedir. Bu mirasın olumlu olmasını istiyorsa bu “tek adam” itirazına tatmin edici bir tepki vermelidir. Bunu da yerine bir veliaht atayarak değil, parti içinde ideolojik bir tartışma başlatarak, kendi on üç yıllık stratejisini savunarak, yani partinin sahibi gibi değil, yaklaşık 14 milyon insanın oy verdiği ve bu nedenle farklı görüşlerin yarıştığı bir parti içindeki bir hizbinin lideri kimliğiyle hareket ederek gerçekleştirmeli. Hakikaten şu anda dışarıdan bakan biri için CHP yapı itibariyle AKP’den çok da farklı gözükmüyor. Olası bir değişimde nasıl bir isim gündeme gelebilir? Gündeme gelecek kişiler daha milliyetçi isimler mi olur? Doç. Dr. Utku Balaban: Bu sorunuz son derece yerinde olmasına karşın, aslında bir taraftan da Baykal’dan beridir sosyal demokrat camianın içine girdiği umutsuzluk hâline de işaret ediyor. Bir önceki sorunuza verdiğim yanıtla başlayayım. Eğer CHP’de değişim isteyen ve Kılıçdaroğlu’nu “tek adamlıkla” eleştiren çevreler bu istem ve eleştirilerini çerçevelendirecek bir anlatıdan veya ideolojiden ziyade, Kılıçdaroğlu’nun halefini tartışıyorlarsa ya geçmişten ders çıkaramıyorlar ya da aslında olan bitenden çok da şikayetçi değiller demektir. Sorunuza geri dönersek, isterseniz size şimdi olasılık skalasında yüksekten düşüğe üç kaba senaryo çizeyim. Birinci ve en olası senaryo o “olası değişimin” olmaması. Tekrarla uzun zaman önce niyet okumaktan vazgeçmiş biri olarak seçim sonrası gelişmelere bakıyorum. Kılıçdaroğlu’ndan şu ana kadar seçim sonuçları nedeniyle partinin yapısı ve politikalarına dair yapılabilecek değişikliklere dair, bildiğim kadarıyla, tek bir açıklama bile gelmedi. Bakın 1995’den beri, yani Baykal’ın o dönemki SHP hizipleri içinde aslında yine sağa en yakınına liderlik eden Murat Karayalçın’ı devirmesiyle başlayan 28 yıllık süreçte partinin içinde düşünsel bir ortaklıktan hareket ederek Kılıçdaroğlu’nu birşeyler yapmaya zorlayabilecek ekipler, hizipler, kesimler birer birer partiden dışlandı ya da tasfiye edildi. Kılıçdaroğlu işte bu nedenle ne yapmayı planlıyorsa onu yapıyor ve bahsettiğiniz “olası değişim” de bu nedenle çok olası gözükmüyor. Buraya düşebileceğim tek şerh, Kılıçdaroğlu’nun berrak bir zihinle geride bırakacağı mirası düşünmesi ve bu tür bir değişimi tetikleme ihtimali. Fakat, tekrarla, en azından şu ana kadar bu yönde bir adım atılacağına dair elimizde herhangi bir emare yok. İkinci senaryo ise ilk senaryodaki varsayımımın çökmesi ve bir tür parti içi muhalif dalganın Kılıçdaroğlu’nu liderlikten çekilmeye itmesi. Burada, yine gerçekçi olmak gerekirse, o dalga mevcut üye yapısı düşünüldüğünde bir fikirden hareketle değil, parti içi güç dağılımına dönük rahatsızlıklar nedeniyle ortaya çıkacaktır. Yani fikri bir önceliği olmayacaktır. Bu durumda da bu dalgaya liderlik edenlerin Kılıçdaroğlu’yla anlaşmaları, onunla uzlaşmaları bu senaryonun muhtemel öğelerinden biri olur. Kılıçdaroğlu’nun sunacağı bir alan karşılığında uzlaşabilecekleri gibi, eğer Kılıçdaroğlu’nu adım atmaya zorlayacak bir momentum elde etseler bile Kılıçdaroğlu’nun halefini Kılıçdaroğlu’yla birlikte seçerek bu mücadeleyi tamamlayacaklardır. Süreç ancak bu aşamaya varırsa isimler ciddi biçimde konuşulmaya başlanır. Tartışılacak isimlerin tümü kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan kişiler olacaktır fakat Kılıçdaroğlu gibi Kürt Meselesi’ne ilişkin renklerini söylemsel seviyede belli etmemeye çalışacakladır ve yine Kılıçdaroğlu gibi İslamcıların Kürtlere dönük baskısını lehlerine kullanmaya çalışacaklardır. Özetle, Kürt meselesi bağlamında, daha fazla değil, benzer bir “dozajda” milliyetçi olacaklardır. CHP’nin İslamcıların baskısını kullanarak Kürtleri CHP’ye bağımlı kılma politikası dışında, bu tutumun bir diğer nedeni CHP seçmeni arasında özellikle hâli vakti yerinde olan ve CHP seçmeninin azınlığını oluşturan kesimin kendine toplumda bir yer arama kaygısıyla benimsediği özellikle Kürt karşıtı milliyetçiliği elbette. Öte taraftan, bu senaryoya göre, kamuoyu karşısına çıkacak adayların mültecilere ilişkin Kılıçdaroğlu’ndan bile daha hasmane bir tutum takınacağını öngörebiliriz çünkü yeni bir fikri yaklaşım sunmaktan kaçınacakları için nefret politikası ile etraflarında bir taraftar çevresi toplamanın siyasi maliyeti düşük olacaktır. Yani ismi gündeme gelecek bu kişilerin, tam da gündeme gelme biçimleri nedeniyle, fikirleri ve planları ile değil şu üç etmenle ön plana çıkmaya çalışacaklarını tahmin edebiliriz: yöreleri, boyları ve yaşları; ya da adaylıkta “YBY modeli”… Şaka bir yana bu aşamaya gelinse bile lider adaylarının arasındaki fikri farklar asgari seviyede tartışılacaktır. Adayların profillerine ilişkin bir önceki esprinin işaret ettiği sığ bir tartışma devam ederken neticeyi belirleyecek ana unsur CHP genel başkanlığı için ismi geçen kişilerin harekete geçirebilecekleri iktisadi ve siyasi kaynakların büyüklüğü olacaktır. Bu nedenle, fikri, zikri ve icraatından bağımsız olarak büyükşehir belediye başkanları Kılıçdaroğlu’nun doğal rakipleridir. Belediyeler ve genel merkez arasındaki girift ilişkiye dair etnografi de kaleme alınabilir, kitap da yazılabilir, film ve hatta yıllar sürecek bir dizi bile çekilebilir. Fakat özü itibariyle kaynakları harekete geçirebilenlerin ön plana çıkması her halükarda sorunludur, yanlıştır. Son ve en düşük ihtimalli senaryo ise CHP’nin sol seçmeninin anlamlı bir taban örgütlenmesine girişmesi, bu örgütlenme sürecinde seçmen ve üyelerin katılacağı geniş bir ideolojik tartışmanın başlamasıdır. Bu tür bir tartışma ortaklaşalıklar üretmeyecektir. Farklı siyasi pozisyonların berraklaşmasını sağlayacaktır. Bugün “farklı (siyasi) mahallelerde yaşayanlar birbirleriyle konuşmalı” diyor birçokları. Bakın aslında bu tür bir diyalog öncelikle CHP seçmenleri arasında başlamalı. Aynı partiye gönülden oy verip fakat birbiriyle hemen her konuda farklı düşünen, ilginç bir seçmen kitlesinden bahsediyoruz. Bu farklılıklar sağlıklıdır, olmalıdır. Sağlıksız olan bu farklılıkların parti içinde farklı hiziplerde kendisini ifade edememesidir. Bu nedenle herkesin benzer şekilde düşündüğü sanrısı hakimdir. Bu sanrı eğer bir birliktelik ruhu yaratsaydı belki bir yere kadar anlaşılabilirdi fakat parti içinde güçlü bir birliktelikten de bahsetmek hayli zor. Öte taraftan ve daha önemlisi, bu tür bir çoğulculuk kolektif düşünme sürecine katkıda bulunur. Siyasi yenilgiler olduğunda parti gereken istikamette stratejisini değiştirebilir ve hatta ideolojisini revize edebilir. Bu adımlar da berrak biçimde atılır, (seçmen ya da değil) kamuoyu değişimi görür, neye oy verdiğini veya vermediğini tartabilir. Tam da bu tür bir diyalog olmadığı için geçtiğimiz seçimlerde büyük bir buhran yaşadı CHP seçmeni. Sadece siyaseten değil duygusal olarak da tüm “yatırımını” Kılıçdaroğlu’nun 2014’den beri sunduğu “büyük seçim ittifakıyla gelecek seçim zaferi” hedefine yapmışlardı ve bu beklenti 2023 seçimleriyle boşa çıktı. Bu olabilir. Yaşamda her şey planladığımız gibi gelişmez. Fakat yenilgiden sonra parti içinden veya etrafından, görebildiğim kadarıyla, kimse “bu stratejinin yerine şu stratejiyi geçirmeliyiz” demedi. Bunu bırakın, kimse “bu strateji yanlıştır” demedi. Hadi bunu da geçelim kimse “bizim bu seçimdeki stratejimiz şuydu” bile demedi. Bu seviyede bir düşünsel çölleşme olunca elbette seçim sonuçlarını bile anlamlandırma kabiliyetinde aşınma oluyor. Dolayısıyla fikirler değil kişiler konuşuluyor. Diğer kişiler de Kılıçdaroğlu’nunkine alternatif teşkil edebilecek fikir sunmadığı için de birçok CHP’li kendisine şu soruyu soruyor: Kılıçdaroğlu’nun muhtemel rakiplerinin Kılıçdaroğlu’ndan farkı nedir? Bu sorunun cevabı net olmadığı için Kılıçdaroğlu neredeyse alternatifsiz kalıyor. Aslına bakarsanız bu, Erdoğan’ın liderliğinden çok da farklı bir durum değil maalesef. Özetle tabanın artık siyaset üzerine düşünmesi gerekiyor. Tabanı da kısaca tarifleyelim. CHP seçmeni içinde zor geçinen ve hali vakti yerinde, yani aslında iktisadi çıkarları örtüşmeyen iki kesim var. Zor geçinen seçmenler yeni fikirlere daha açık çünkü partinin güçlenmesi, iktidara gelmesi genel olarak ülke genelinde zor geçinen kesimlerin yaşamını birçok açıdan kolaylaştırabilir. Hali vakti yerinde olan kesim ise partinin büyümesini istemiyor, hatta iktidara gelmesini isteyip istemediğinden de emin değil. Bu kesim için CHP’nin misyonu kendi imtiyazlarının koruması. AKP’nin birçok politikasından memnunlar fakat kendilerine dönük kısmi hasmane uygulamalara karşı da CHP kendilerini korusun istiyorlar. İşte bu kesim bir taraftan partinin büyümesini engellemek diğer taraftan mevcut seçmen kitlesini bir arada tutabilmek için sürekli CHP seçmeni ve kimliği etrafında sembolik duvarlar örüyor ve bu sembolik duvarları “parti ideolojisi” olarak sunuyor. Bu gözleme bir örnek olarak Atatürk’ün hatırasının siyasette kullanılma biçimini verebiliriz. Atatürk; Kürt olsun Türk olsun, Sünni olsun, Alevi olsun, ateist olsun halkının esenliğini düşünen, halkının esenliği için siyasi kurumlar kuran ve dönüştüren bir lider olarak değil, aslında içi bugünün çıkar çatışmalarının neticesinde doldurulan bazı sloganlar etrafında halkı sürekli ayrıştıran bir şahsiyet olarak sunuluyor. Yani barışçıl, eşitlikçi değil ayrıştırıcı bir Atatürk imgesi üretiliyor. Bu tercih bir tesadüf değil. Tarihsel figürler her dönemde o dönemin güç ilişkilerine bağlı olarak yeni bir bedene girerler. Atatürk 1960’larda bir sosyalistti. 2000’lerde merkez sağ bir lidere dönüştü. Bahsettiğim bu hali vakti yerinde kesimin CHP tabanında kurduğu bu tasallut CHP’nin başarısının önündeki herhalde en büyük etkendir. Liderliğin bile bu başarısızlık üzerindeki payı daha küçüktür. O nedenle temel mesele tabanın ne yapacağıyla ilgilidir. Eğer taban partiyi işçi sınıfına ulaşmaya zorlarsa İslamcılık kan kaybeder. Eğer taban sloganlar etrafında gelişen Kürt-karşıtı ırkçılıkla başarının mümkün olmadığını, daha da önemlisi Kürtlerin kiracı ve Kürtlerin yaşadıkları bölgenin de kira geliri elde edilen “ikinci daire” olmadığını, Misak-ı Milli’nin bu demek olmaması gerektiğini idrak ederse ortaya çıkacak ittifaklar İslamcılığı bu ülkede tali bir harekete indirgeyebilir. Fakat taban bu tür bir adım atabilir mi? Kanımca o bahsettiğim hali vakti yerinde olan kesim parti tabanında belirleyici olduğu sürece zor. Zaten o nedenle bahsettiğim senaryolar içinde gerçekleşme olasılığı en düşük olanı da maalesef bu…. CHP'de değişimin ulu orta konuşulması iktidar kanadında nasıl karşılanıyor? Doç. Dr. Utku Balaban: Buna gözlemlerimden hareketle cevap veremem. Dolayısıyla sadece değersiz tahminlerimi paylaşabilirim. Öyle görünüyor ki İslamcıların bir sonraki hedefi İstanbul, Ankara ve mümkünse İzmir belediyelerini almak. CHP içindeki hoşnutsuzluk bu hedef açısından İslamcılara yarıyor çünkü bu hoşnutsuzluğun tetikleyebileceği süreçler, bahsettiğim minvalde bir fikri ve örgütsel yenilenmeye değil, kişilere dair sığ tartışmalara ve onları destekleyen çıkar grupları arasındaki pazarlıklara yer açacak. Bu tür bir gerilimin de herhangi bir partinin oy oranını arttıracağını beklemek gerçekçi olmaz. Bu bağlamda şimdi ters bir soru sorayım: Bu metnin CHP seçmeni okuru önümüzdeki belediye seçimlerine dair ne hissediyor? Endişe mi? Endişeyse neden? Yani karşımızda şu ilginç durum var: Hedefiniz iktidar ise bir sonraki seçimde kazandığınız kentleri nasıl koruyacağınızı değil, nasıl yeni kentleri kazanacağınızı tartışmanız gerekir. Siyasi umut da bu tür bir tartışmadan doğar. Biz, hakikaten, neden gelecek yerel seçimde CHP’nin İstanbul’u ve Ankara’yı kaybetme riskini konuşuyoruz da, örneğin Konya’yı, Erzurum’u alma ihtimalini konuşmuyoruz? Temel handikap herhalde buralarda bir yerde… Özetle değişim konusunun zaten ulu orta konuşulması gerekir herhalde fakat şu anda konuşulan değişim kişilerin değişimi, fikirlerin değişimi değil. Dolayısıyla ulu orta ya da gizli kapaklı mevcut çekişme İslamcıları endişeye gark etmiyor. Bunu idrak etmeden herhalde yeni bir adım atmak kolay olmayacak.