Gazetecilik mesleğinde çok seyahat eden muhabirlerin en büyük derdidir yatacak yer bulmak. Belli şehir merkezlerinde bir sıkıntı yoktur ama taşrada en büyük sorundur . Taşrada yaşadığımız sıkıntılara bazı kamu kuruluşlarının sosyal tesisleri can simidi gibi karşımıza çıkar… Fazla tanış olmadığımız bölgeler de ise kapısında otel yazan yere girer ve sadece yatacak bir yer bulma telaşına düşeriz. Aynı sıkıntıyı siyasilerle yaptığımız geziler de de yaşamamız yüksek bir olasılık…
1973 yılında Bülent Ecevit’i takip ederken İzmir de heyet olarak bir otelde kaldık.. Duş alırken sabun hiç köpürmüyordu.. Sabah lobide ise bir çok arkadaşın saçı kazık gibi dimdik idi. O zaman öğrendik otelin tesisatına deniz suyunun da karıştığını.
Özal’ın Başbakanlığında bir Karadeniz gezisinde sarp sınır kapısına kadar gitmiş, geceyi de Hopa’da geçirecektik. Hopa’nın tek otelini siyasiler ve bürokratlar doldurmuş bizlere yatacak yer kalmamıştı.. Tavsiye üzerine Hopa’nın girin de yer alan ve genel de kamyoncuların kaldığı Efes adlı otele gittik.. Bir arkadaşımla birlikte iki kişilik odaya çıktık.. Oda da ne dolap ne sandalye vardı.. Üzerimizdeki takım elbiseleri çıkarmadan yattık.. Otelin ısınma sisteminin de de girişteki katip odasında yakılan sobanın borularının odaları dolaşmasıyla sağlandığını gördük… Ama işin en komik ve akıllara Karadeniz fıkralarını getiren yanı ise tuvaletti.. Sadece giriş katında katip odasının çaprazında bir yer de olması ve kapısının sadece dışarıdan kilitlenmesiydi.
Bir başka Doğu Anadolu gezisinde Muş da kalacaktık. Bir otele girdik. Yorgunluk ve uykusuzluk hat safhadaydı, burayı beğenmezsek bir başka yere gidecek durumda değildik. Odaya çıktık yatağın üstündeki battaniyeyi kaldırınca ortaya çıkan çarşafın grimi yoksa beyaz renkte mi olduğuna karar veremedik. Ama başka şansımız olmadığı için geceyi geçirmek zorunda kaldık..
Böyle bir sıkıntıyla yurtdışında da karşılaştık. Moskova’ya gitmiştik. Orada kaldığımız otelde her katta bir tuvalet ve banyo vardı.. Bütün odalarda kalanların ortak kullanımına aitti…