Korona'nın ardından
Utku ŞENSOY
2020, Çin’in yeni bir güç merkezi olarak parlama, hatta bazılarına göre dünya ekonomisinin yeni amiral gemisi olma yılı olarak öngörülüyordu. Ama her ne olduysa Çin’den çıkan görünmez bir bela önce bu ülkeyi, ardından tüm dünyayı alt üst etti. Covid 19 virüsüne karşı mücadelede örnek ülkelerden Almanya, yavaş yavaş normalleşme yolunda adımlar atmaya hazırlanıyor, bazı ülkeler de vaka sayısında kısa bir süre içinde çan eğrisinin pik noktasına ulaşma hesapları yapıyor. Tünelin ucunda ışık görmeye başlayan ülkeler, ekonomik kayıplarının faturasını yükleyecekleri bir günah keçisi aramaya başladılar.
Korona virüsünün yayılması konusunda suçlamaların hedefinde, ana odak noktasında, virüsün başladığı yer, dünyanın ekonomi devi Çin var. Bu suçlamalara mesnet teşkil eden en önemli argümanların başında ise, tüm dünya bu pandemiden etkilenirken, binlerce kilometre uzaktaki İngiltere Başbakanı Boris Johnson’dan, Brezilya Devlet Başkanı, Fransız Kültür bakanı hatta Kanada Başbakanının eşine kadar uzanan bu illet, neden Wuhan’ın yanı başındaki Başkent Pekin’de yok ve neden hiçbir Çinli üst düzey yetkiliye bulaşmadı? Neden Çin ordusundaki hiçbir asker bu salgından etkilenmedi? Çin’in bu konulardaki sessizliği, suçlamaların daha da artmasına neden oluyor.
Çoğunluğun ortak hedefi Çin’e yönelik suçlamaları mercek altına alıp, biraz daha derinlere, bulanık sulara indiğimizde, suçlamanın diğer odağında, dünyadaki hemen her taşın altından çıkan ABD ve onunla ilintili tutulan üst akılla karşılaşıyoruz. Covid 19 ya da Korona virüse başından beri “Çin virüsü” demekte ısrar eden Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump, belanın baş sorumlusu olarak her fırsatta Çin’i gösteriyor. Aralarında Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson gibi çok sayıda diğer ülke liderleri de belanın baş sorumlusu olarak Çin yönetimini görüyor. Wuhan’daki laboratuvara yönelik suçlamalar giderek artarken, Avustralya uluslararası kapsamlı bir soruşturma istedi. Bu konuda başı çeken Washington yönetimi, son günlerde adresi net biçimde göstermeye başladı.
Çin’in tazminat ödemesi gerektiği yolundaki söylemler artık daha üst perdeden telaffuz ediliyor. Tabi Washington’un her zamanki gibi arka kapı diplomasisiyle Pekin’e tazminat konusunda farklı seçenekler sunabileceğinden söz ediliyor. ABD’nin Çin’e sunacağı seçeneklerin başında, “mal satın alma garantisi” geliyor. Böylece tek kalemde, 6-7 yüz milyar dolarlık ihracat garantisiyle Amerikan ekonomisi yeniden büyük bir ivme kazanıp, virüs aylarındaki kaybını dengeleyebilecek. Bir taşla çok fazla kuş avlama hevesindeki Washington yönetiminin bir başka hamlesi de, son yıllarda önlenemez yükselişe sahip Çin ekonomisini dizginleyip frenlemeye yönelik olabilir. Bu çerçevede Çin yönetimine sunulacak seçenekler arasında, “yeni bir küresel güç olma hevesinden vazgeç baskısı” olabilir.
Yukarıda ana hatlarıyla çizmeye çalıştığımız bu olası Amerikan hamleleri, Korona virüs ile mücadelenin tam gaz devam ettiği bir dönemde bazılarımız için niyet okuma ya da komplo teorisi olarak görülebilir. Ama unutulmaması gereken, ABD derin devleti ve üst akıl operasyonları, herkese gösterilenden ziyade, bir sonraki görünmeyen hamle için gerçekleştirilir. Aynı Pearl Harbor ve 11 Eylül saldırılarında olduğu gibi.
Japon uçak gemilerinden havalanan bombardıman uçakları 7 Aralık 1941’de, ABD’nin Hawaii’deki Pasifik Filosuna sürpriz bir saldırı düzenlemişti. Japonya’yı kendi sonunu hazırlayacak böylesine yıkıcı ve kışkırtıcı bir saldırıya zorlayan “istihbarat” ve “gizli güç” bugün bile gizemini sürdürmektedir. Zira, İkinci Dünya Savaşının ilk dört yılı boyunca Japon İmparatorluk Deniz Kuvvetleri’nin Birleşik Filosunun başkomutanlığını yapan Amiral Isoroku Yamamoto’ nun ifadesiyle, “Japonya, uyuyan devi uyandıracak bir hataya zorlanmıştı.” Bu saldırıyla başlayan süreç, hepimizin bildiği 6-9 Ağustos 1945’te ABD’nin, Japonya’nın askeri üsleri ve ağır sanayi kentleri Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı iki nükleer silah ile noktalanmıştı. ABD’ye göre 120 bin, Japonya’ya göre yarım milyon sivilin yaşamını yitirdiği bu saldırıların ardından, hataya zorlanan Japonya artık ABD’nin güdümünde silahsız, denetime tabi bir ülke haline gelmişti.
Pearl Harbor operasyonunun amacı, Büyük Okyanus›ta muhtemel bir Amerikan askeri müdahalesini önlemekti. Ancak sonuçları Japonya açısından son derece ağır olmuştur.
11 Eylül 2001 saldırıları da, El-Kaide›ye bağlı teröristler tarafından kaçırılan uçakların Amerika Birleşik Devletleri›ndeki farklı hedeflere intihar saldırısı düzenlemesiyle gerçekleşmişti. 11 Eylül de dünyanın gözü önünde yıkılan ikiz kulelerinin ardından, Amerikan yönetimi, Irak ve Afganistan’a yönelik operasyonları için hedeflediği meşruiyeti kazanmıştı.
Gerek Japonya’yı o baskına iten süreci, gerekse İkiz Kuleler saldırıları ve doğurdukları sonuçları masaya yatırıldığında, bunun arkasında hangi karanlık güçlerin ya da üst aklın karanlık manipülasyonunun olabileceğinin tüm boyutlarıyla irdelenmesi gerek.
Bu arada, son dönemde parlamento kararıyla silahsızlanma anlaşmasını rafa kaldıran Japonya’nın bu adımı atarken Washington’un onayını almamasının olanaksız olduğunu da göz önünde bulundurmalıyız. Uluslararası strateji uzmanları, korona sonrası yaşanacak bu yeni dönemde ABD’nin, gerek ekonomik gerekse askeri bakımdan güçlendirdiği Japonya’yı, Çin’in ekonomik açıdan durdurulması için hazırlamasının işaretleri olarak yorumluyor.
Korona virüsünün sorumlusu olarak gösterilen Çin, ABD ya da üst akıl her ne olursa olsun, artık dünya genelinde yepyeni bir üst akıl savaşına tanık olacağız. Bu üst akıl yapılarının hangi ülkenin (büyük olasılıkla ABD) “patronajlığında” olacağını gözlemleyeceğiz. Bu yeni dönemde üst aklın, ABD’ye “mutlak teslimiyet” hedefiyle Asya-Pasifikte Çin’i ablukaya alacağı manipülasyonlara hazır olmalıyız. Burada Rusya faktörü biraz daha öne çıkacak, bu bağlamda Moskova-Pekin yakınlaşması çok daha belirgin hale gelebilecektir.
Konuya ülkemiz açısından bakacak olursak, korona sonrası farklı bir küreselleşmeye tanık olacak dünyada, üst aklın yeni hamlelerinde Türkiye, Washington un “telkinleriyle” Çin’i terk edecek Japon şirketlerinin yeni ileri teknoloji merkezi haline gelebilir. Bu fırsatın kaçırılmaması gerekir.