Emel Zalaltuntaş
‘’Sen okyanusta bir damla değilsin, bir damladaki okyanussun.’’ - MEVLANA
Hepimiz biri olarak geldik bu dünyaya, peki kaçımız geldiğimiz gibi kalabildik, kaçımız ben bu değilim diye kendini aramaya cesaret etti? Evet kendini aramak, bulduğu ile yüzleşmek cesaret ister ama sen ne için ben buyum diyorsan, o değilsin. Çünkü biz hep kendimizi övünülecek şeylerle tanımlamak isteriz. Sonuçta bencilim, kibirliyim demek kulağa pek te hoş gelmiyor değil mi? Kimse böyle bilinmek istemez çünkü çok iyi öğrendiğimiz bir şey var, o da böyle insanların kimse tarafından sevilmediği…
Bize çok yakışacağını düşündüğümüz özellikleri parlata, parlata dışarıya göstermek istememizin arkasında yatan ne peki? Daha çok sevilme arzusu mu, yoksa sevilmeme korkusu mu? Sen bile karanlık yanlarını kabul etmezken, kendini ben buyum deyip, sahiplenmezken, bu korkuyu yaşaman çok normal. Bizler doğduğumuz aile ve çevrede, bir insanı iyi veya kötü yapan bazı tanımlar duyduk değil mi; mesela bencil olmak; bencillik çok kötü bir şeydir ve bencil insanları hiç kimse sevmez gibi … Evet, insan bencil olmamalı ama kendini de düşünmelidir, bencil olmayacağım diye kendini görmemezlikten, duymamazlıktan da gelmemelidir. Kendini görmemezlikten ya da duymamazlıktan gelen insanın, bir süre sonra yaşayacağı şey kendine kızgınlık, çevresine de kırgınlık olur. Ben sizi düşünürken siz beni neden hiç düşünmediğinizin kırgınlığıdır bu aslında.
İnsan ne zaman kendine ‘’Kimim ben’’ sorusunu sorar? Kendisiyle büyük bir savaşın içine girdiyse, oyunu kendince kuralına göre oynadığını düşünüp, sonuçlar istediği gibi olmayınca sorar çünkü dışarıyla uyumlu olayım derken, kendisiyle ile uyumunu kaybetmiştir. Yaşanan her hayal kırıklığı, öfke, kırgınlık kısacası canımızın yandığını hissettiğimiz duygulara sebep olan olayların, bizdeki tezahürünü seyretmek, bizi en çok bize yaklaştıran şeylerdir.
Biz özümüzden kadar ne uzak bir yerden yaşıyorsak, o kadar çok yoruluruz çünkü taşıdığın şey ruhuna ait olmayan şeylerdir ve sana ait olmayan şey senden gider, gitmek zorundadır, gitmezse kendini cehennem ve cennet var mı, hani nerede sorularının cevabını ararken bulursun. Bunca iyiliğin karşılığı, ödülü bu muydu diye kızarsın kendine ve belki de en kötüsü iyi insan olmaktan vazgeçersin.
Sen, insanların senden olmanı beklediği kişi değilsin. Annenin, babanın sahip olmak istediği kusursuz evlat, öğretmeninin en çalışkan öğrencisi, iş yerindeki en başarılı, en uyumlu kişi, eşinin olmasını beklediği en mükemmel eş, çocuklarının olmasını istediği en kusursuz anne ya da baba değilsin. Şöyle sıralandığımız zaman, insanın aklına ben kimim sorusu geliyor değil mi? Hiçbir şekilde sevilme, kaybetme korkusu yaşamasaydın yine aynı kişi olur muydun? İnsan en çokta korktuğu için kendi olamaz, en büyük kaybının kendisi olduğunu unutarak.
Oysa biraz dağınık, biraz bencil, biraz tembel olmak çokta kötü olmamalı. Aslında biz her şeyiz; ama ne kadarını baskılıyoruz, ne kadarını sergiliyoruz orası önemli. İyi yanlarımızı gösterip, kötü yanlarımızı nasılda gizliyoruz. Kurtarıcı veya kurban rolüne girmeden, kaçımız gerçekten kim olduğunun farkın da? Kaçımız kaybetme, sevilmeme korkusu yaşamadan, cesurca gölge yanlarını sergileyebiliyor? Gerçekten kim olduğumuzu sadece bu korkuların etkisi altında kalmadan anlayabiliriz. Ve insan gerçek kimliği ile yaşarken hiç olmadığı kadar huzurludur çünkü kimse kabul etmese bile o kendi kendini kabul etmiştir. Her şeye rağmen kendini sevmek öz sevgiyse ve öğrenilen en zor ders ise elbette insanın gerçekten kim olduğunu anlaması kolay olmayacaktır.
‘’Sen sende kimin misafir olduğunu bilseydin, gerçekten mutlu olurdun.’’ - MEVLANA