İnsanlık dramı

Utku ŞENSOY 70’li yılların sonlarına doğru üniversite eğitimim için gittiğim Fransa’da, yabancı düşmanlığının hayli yüksek olduğu bir ortam vardı. Ülkenin güney kesimlerindeki yerl...

Abone Ol
Utku ŞENSOY 70’li yılların sonlarına doğru üniversite eğitimim için gittiğim Fransa’da, yabancı düşmanlığının hayli yüksek olduğu bir ortam vardı. Ülkenin güney kesimlerindeki yerli halk özellikle Ortadoğu ve Arap kökenlilere karşı hayli tepkiliydi. Bunun sonucu Jean-Marie Le Pen’in liderliğinde, Fransız aşırı sağı Ulusal Cephe kurulmuş beklenenin üzerinde oy almaya başlamıştı. O yıllarda Fransız solunun lideri sosyalist Cumhurbaşkanı François Mitterrand, insanlık adına ve hoşgörü politikası gereği hemen her ülkeden mülteciye ülkenin kapılarını sonuna kadar açmıştı. Buna en büyük tepkiyi Marsilya ve Nice’de yaşayan halk veriyordu. Oysaki o yörenin halkı ağırlıklı olarak sömürü döneminde kuzey Afrika’da yaşamış ya da onlarla iç içe olmuştu. Geri kalanlar da İtalyan göçmeniydi. Ayrıca bu kesim, Almanların sahillerden yazlık satın almasına da karşıydı. Bu ne yaman çelişkiydi. Hepsi Fransızlardan daha da Fransız olmuştu! Okulda arkadaşlık ettiğim o insanların aşırı sağcı-milliyetçi bir kimlikle yabancı düşmanlığına prim vermelerini algılamakta zorlanıyordum. Ancak büyük kentlerdeki bazı semtlerin Cezayirli ya da diğer Afrika kökenlilerin “hüküm sürdüğü” geceleri güvenlik güçlerinin bile girmeye cesaret edemediği gettolara dönüşmüş olmasından pek haz etmiyordum. Aradan geçen zaman içinde benzer bir tablonun ülkemde yaşanmasına tepkili olan kesimi anlayabiliyor ve onlara hak veriyorum. Dini ya da etnik sebeplerden, bölgesel çatışmalar ya da savaşlar nedeniyle, suçsuz kadın ve çocukların yerlerinden yurtlarından olması kabul edilemez, bu insanlara yardım eli uzatmak her ülkenin görevidir. Ancak günümüz dünyasında her yönetim öncelikli olarak kendi halkının refahını düşündüğü için, kapılarını sımsıkı kapatıp sadece seçtiği az sayıdaki insana mülteci statüsü verip, Türkiye gibi ülkeleri de sınır karakolu olarak kullanmayı yeğliyor! Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) yıllık olarak “Zorla Yerinden Edilmede Küresel Eğilimler” raporuna göre 2022 sonu itibarıyla dünyada 108 milyondan fazla zorla yerinden edilmiş nüfus bulunuyor. Bu insanların sadece 35 milyonu mülteci, geri kalanları oradan oraya sürüklenip “postu serecek” bir ülke arayışındalar. Başta Suriye, Ukrayna ve Afganistan olmak üzere, Güney Sudan'dan, Kongo'ya, Somali'den Orta Afrika Cumhuriyeti'ne kadar 5-6 farklı bölgede yer alan yirmiden fazla ülkede ciddi sorunlar yaşanmakta ve o yöredeki insanlar yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalıyor. Irak, Afganistan, Suriye, Somali, Ukrayna derken bu kez Nijer ve Sudan’da büyük bir insanlık dramı yaşanıyor. *** [caption id="attachment_396384" align="aligncenter" width="760"] Sudan'da kitlesel
göç başladı[/caption] SUDAN KRİZİ Sudan ordusu ile hükümetin isyancı ilan ettiği paramiliter Hızlı Destek Kuvvetleri arasında Nisan ayından bu yana devam eden iç savaş nedeniyle 4 milyondan fazla Sudanlı yerinden oldu. Milyonlarca sivil halk, kadın, çocuk yollara döküldü, yakında bizim kapımızı da çalarlar. Onlara yardım edip kucak açmak insani vazifemizdir. Ancak ne kadarına? Türkiye, resmi verilere göre 4 milyona yakın yabancı konukla dünya genelinde en fazla mülteci nüfusuna ev sahipliği yapan ülke. Gayrı resmi olarak ise bunun 10 milyon civarında olduğu iddia ediliyor. 85 milyonluk Türkiye bu kadar nüfusa bakabilir mi? Doğal kaynaklarımız ve tarımsal ürünlerimiz bu nüfusu barındırabilecek güçte mi? Bu insanların beslenme-barınma-hijyen-sağlık-eğitim gibi yaşamsal sorunlarını çözmeye hangi ülkenin gücü yeter? Her köşesi mülteci kaynayan İstanbul bu kadar nüfusu nasıl kaldıracak? Ya su kaynaklarımız? Barajlarımız şimdiden kurumaya başladı. Ekmeğimizi paylaşacak buğdayımız, içeceğimiz suyumuz olmadığında ne yapacağız? Muhtaca yardım eli uzatalım derken, namert e el açacak duruma düşmeyelim. *** YOKSULLUK SINIRI 40 BİN TL Sudan’ı mültecileri bir kenara bırakalım biz kendi dertlerimize odaklanalım. Ülkemizdeki ekonomik sorunlar yurttaşları derinden etkiliyor. Gün geçmiyor ki benzine, mazota zam gelmesin, çarşı pazardaki gıda fiyatlarında bir ayarlama olmasın. Ülkemizde 4 kişilik bir aile için açlık sınırı Temmuz’da 11 bin 525 TL, yoksulluk sınırı ise 39 bin 886 TL oldu. Birleşik Metal-İş Araştırma Merkezinin (BİSAM) verilerine göre, bir ailenin kira, fatura, ulaşım, eğitim, sağlık, giyim gibi aylık tüm harcamalarını kapsayan yoksulluk sınırı 39 bin 886 TL'ye çıktı! Dile kolay yoksulluk sınırı 40 bin liraya dayanmış! Buna göre, sağlıklı beslenmek için ülkemizde ortalama ücret haline gelen asgari ücret yeterli değildir. Emekli ise son artışa rağmen can çekişiyor. Boşuna can mı canan mı denmemiş, el alemin mültecisi bir yana önce kendi yurttaşımıza bakalım, yurttaşların mutfağındaki yangına çare bulalım, son 2 büyük depremde yerlerinden, yurtlarından, işlerinden olan milyonlarca depremzede kardeşimizin sorunlarına çare bulalım. *** [caption id="attachment_396383" align="aligncenter" width="806"] İş kazaları kader olmamalı[/caption] YAŞAM BU KADAR UCUZ OLMAMALI Dünyanın en güzel doğal güzelliklerine sahip nadir ülkelerinden birinde yaşıyoruz. Ancak her güzel şeyde olduğu gibi burada da yaşamanın bir bedeli var ve bu nedenle bu ülkenin çalışan, üreten yurttaşı olmak pek de kolay değildir. İş bulmak bir dert, bulunan işte güvenli biçimde çalışabilmek ayrı bir derttir. Ülkemiz iş kazaları karnesi bakımından Avrupa’nın en kötülerinden biri. Türkiye’de iş kazalarında hayatını kaybeden kişi sayısı ne yazık ki hala çok yüksek. CHP İstanbul Milletvekili Oğuz Kaan Salıcı, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi'ne göre, geçen ay 182 işçinin çalışırken yaşamını yitirdiğine dikkat çekip, “Bu kadar sistematik bir şey kaza olamaz; cinayettir. Mesele, yaşam hakkı ve can güvenliğidir” diyerek soruna dikkat çekti. Bakmayın son dönemde 4-5 yüz bin doları bastırıp vatandaşlık alanlara. Parayla gerçek vatandaş olunsaydı, körfez ülkelerindekilerin hepsi İngiliz asilzadesi olurdu. Prenses Diana ile yaşadığı aşk ile adını duyuran milyarder Mısır asıllı babanın oğlu Dodi El Fayed bile, dışlandığı, hiçbir zaman gerçek bir İngiliz olarak kabul edilmediği için, yaşam boyu lanetlenip, yasak aşkının bedelini sevdiği kadının yaşamıyla ödedi. Oysaki aynı Diana’nın, at eğitmeni James Hewitt ya da rugby oyuncusu Will Carling'le de ilişkileri olmuş, hiçbiri bu kadar tepki görmemişti. Eloğlu elemeler sonunda seçtiklerini vatandaşlığına kabul etse bile kendi öz halkını asla dışlamaz, o toprakların asli unsurunun, kendi öz evlatları olduğunu her zaman hissettirir.