Genel

Hatay’dan Strazburg’a uzanan bir yaşam mücadelesi…

Kahramanmaraş merkezli depreme yakalanan Karaçalı, Fransa’ya yerleşip hayalini kurduğu Hatay yemekleri yapan bir restoran açıyor

Abone Ol

Nurdane Sağkan/ Ankara  
Geçen yıl annesinin kalp ameliyatı için gittiği Antakya’da İrfan Karaçalı, 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş merkezli depremine yakalanıyor. Deprem sırasında hastanede olan annesini yaşatmak için büyük bir çaba harcıyor. Köyü, evi yıkılıyor, halası ve eniştesini kaybediyor. Çocukluk çağlarında Antakya’da esnaf olan babasının dükkânı ve lokantasında çalışarak iş tecrübesi kazanan Karaçalı, 2000’da, göçmen bir Türk ailenin kızıyla evlenip Fransa’nın Strazburg kentine yerleşiyor. Dil bilmediği için başlangıçta vasıfsız işlerde çalışıyor, dil öğreniyor ve hep hayalini kurduğu Hatay yemekleri yapan bir restoran açıyor. 
Depremin yıldönümünde, Antakya’da doğup büyüyen, 30 yaşında Fransa’ya yerleşen Karaçalı ile deprem sırasında yaşadıklarını, Hatay’dan Fransa’ya uzanan yaşam mücadelesini konuştuk.
“Kimsenin bir diğerine din ve mezhep ayırımı yapmadığı bir dostluk ortamı vardı”
-İrfan Bey, bize çocukluğunuzun, gençliğinizin geçtiği Antakya’dan, ailenizden biraz söz eder misiniz?
-Antakya’nın Oğlakören köyünde doğdum. Annem, babam çiftçilikle uğraşıyordu. Babam, 15-20 yıl kadar Suudi Arabistan’da bizden uzakta çalıştı. Annemin pek az okuryazarlığı vardı, ben o şartlarda kendi çabamla okudum, liseyi Antakya’ya giderek bitirdim. Lisede okul yarım gündü, öğleden sonraları da bir restoranda ya da kuaförde çalışıyordum. Liseyi bitirince üniversite eğitimi için Eskişehir’e Anadolu Üniversitesi’ne gittim, iki yıl kamu yönetimi okudum. Üçüncü yıl çalışma hayatı daha cazip geldi ve bir süre Eskişehir’de kuaförlük yaptım. Antakya’da da babamla birlikte Hatay mutfağı yemekleri yapan bir restoran işlettik. Küçüklüğümden beri hep çalışma hayatının içinde oldum. 
-Antakya’nın, farklı kültürlerin bir araya gelmesiyle oluşan renkli kültür mozaiği hakkında neler düşünüyorsunuz?
-Babam esnaftı ve Antakya’nın merkezinde otogar denilen yerde bir dükkânı vardı. Orada her milletten esnaf vardı. Benim imrenerek, özenerek bire bir şahit olduğum, çocuklarımın da öyle bir ortamı görmesini çok arzu ettiğim birlik, beraberlik ve dayanışma vardı o çarşı esnafının arasında. Biz Alevi kökenliyiz, komşumuz Sünniydi, öbür taraf Süryaniydi, Hıristiyandı ama kimsenin bir diğerine din ve mezhep ayırımı yapmadığı bir dostluk ortamı vardı.
Hep beraber oturur tavla oynarlardı, müşteri olmadığı zaman öğlen beraber yemek söyleyip yerlerdi. Ben babamın ve çevresindeki esnafın yanında o beraberlik, birlik ve sevgi ortamında büyüdüm. Mesela Musevi cemaati başkanı, babamın çok yakın arkadaşıydı, onlar için farklı din ve mezheplerden olmaları dostlukları için bir engel değildi, hep beraberdiler. Ne yazık ki 6 Şubat 2023 depreminde onu kaybettik. Bizim köyde de Alevi-Sünni karışıktı. Eşim Sünni, aramızda hiç mezhep ayırımcılığı olmadı yani biz hep farklı kültürlerin bir arada dostça yaşamasına şahit olduk.
“Her yer enkaz, yollar kapalı, hiçbir yer tanınmıyor …”
-Antakya’yı da yıkan son büyük depremde, aileniz bir zarar gördü mü?
-Annem ve babam hâlâ Antakya’nın Oğlakören köyünde yaşıyorlar. Annemi kalp rahatsızlığı nedeniyle depremden birkaç gün ameliyat için hastaneye yatırmıştık, ben de o yüzden Antakya’daydım. Annemin hastanedeki odası 6. katta idi ve ameliyat için sıra bekliyordu. Tesadüfen depremden saatler önce babam, kardeşimle bana “Çocuklar siz bugün eve gidip dinlenin, annenizin yanında ben kalacağım” dedi. Biz de gittik. 
O gece, 6 Şubat 2023 tarihinde sabaha karşı 4:16’da deprem oldu. Oğlakören ile Defne arası 5 kilometre. Hastaneye gitmek için ben hemen arabaya atladım ve yola çıktım. Telefonlar çekmiyor, dağlar yolların üstüne yıkılmış. Her yer enkaz, yollar kapalı, hiçbir yer tanınmıyor. Annemle babamdan umudu kesmiş bir halde yıkıntıların arasından geçerek saat 5’e doğru hastaneye ulaştım. Annemle babamı aradım göremedim, dışarı çıkmışlar, otobanın üstündeki üst geçidin altında yağmurda beklerlerken onları buldum.
Deprem sırasında annem yattığı yerden düşmüş. Eline, koluna takılı hortumları, serumları çıkartmış. Babam dışarı çıkmak için kapı ararken, kafasına bir şey düştüğü için yere düşüp bayılmış. Sonra annem gidip karanlıkta babamı bulmuş, kaldırmış ve yangın merdiveninden beraber inip dışarı çıkmışlar. Elektrik kesilmiş, hastane binası yan yatmış, 6 katlı bina üç kata düşmüş. O şartlarda 6. kattan nasıl inmişler, nasıl dışarı çıkabilmişler, hâlâ inanamıyorum.
Annemi ve babamı bulduğumda annem, yaşamsal önemi olan ilaçlarını yanına alacak zaman ve fırsat bulamadığını söyledi. Etrafta bina yok, eczane yok, annemin ilaçları için mecburen hastanedeki odasına çıktım. İlaç çantasını alıp koşarak geri inerken, bir odadan “İmdat yardım edin” sesleri geliyordu. Sesin geldiği odaya gittim, iki yaşlı teyze vardı. Kanlar içinde kalmışlardı. Elektrik yok üşümüşler, yataklarına, yorganlarına sarılmışlar. “Oğlum biz iyi değiliz, bizi çıkar” dediler. Tuttum kaldırmak için baktım kaldıramıyorum, “Bana tutunup yürüyebilir misiniz?” diye sordum. “Yok, oğlum yürüyemeyiz” dediler. Ben de kalp hastasıyım, ağır kaldıramıyorum. Aşağıya indim. İtfaiye araçları yeni yeni geliyordu. Birine, “Yukarıda teyzeler var, kan kaybediyorlar, ne olur onlara yardımcı olun” dedim. 
Anneme ilaçlarını verdim. Annem yaşlı, takma dişlerini odada düşürmüş. “Oğlum, takma dişlerim de oradaydı bulamadın mı?” diye sordu. “Anne, söylemedin ki bakayım, bakmadım” dedim. Yan yatmış hastane binasının 6. katına yeniden çıktım. Bu sefer, 15-16 yaşlarında bir çocuk, “İmdat yardım edin, kurtarın beni” diye bağırıyor. Yanına gittim, “Oğlum iyi misin?” diye sordum. “Amca beni kurtar” dedi. “Tamam” dedim. Ben tam çocuğu kucağıma alacakken, “Oğlum, oğlum” diye çocuğun babası merdivenden çıkarak geldi ve oğlunu aşağıya indirdi. Bu hastane binası, ikinci depremde tamamen çöktü.
Annemle, babamın kurtulması, benim hastaneye ulaşabilmem ve onları bulmam bir mucizeydi. Birlikte Oğlakören’deki eve döndük ama evimiz de yıkılmıştı. Bahçede seramız vardı, babamla birlikte ektiğimiz bütün sebze ve meyveleri çıkardık. Serayı çadır gibi kullanılacak duruma getirdik, içeriye ısıtıcı koyduk. Depremin şokuyla herkes korku içindeydi ve kimse ne yapacağını bilmiyordu. 
Annemin yaşayabilmesi için acilen kalp kapağının değişmesi ve ameliyata girmesi gerekiyordu. Bursa’da yaşayan bir arkadaşım, sağ olsun hastane ayarladı. Annemle babamı aldım, karda kışta iki günde onları Bursa’ya götürebildim. Bursa Çekirge Kalp ve Aritmi Hastanesi’nde annemi acilen ameliyata aldılar. Kalp kapağını değiştirdiler, çok ilgilendiler, kurtardılar. Ameliyat sonrası, Bursa’da bir arkadaşımın evinde bir hafta kaldık. Daha sonra annemlerin yanına kız kardeşim geldi ve ben Fransa’ya döndüm. Belediyeden annem ve babamın istek kâğıtlarını çıkarttırdım. Yeniden Bursa’ya gidip annemin kontrollerini yaptırdım. O arada annemin vizesi için Ankara’ya başvurduk. Ameliyattan üç hafta sonra annem, deprem bölgesi olduğu için Bursa’da kalmaktan korktuğunu ve gitmek istediğini söyledi. Bunun üzerine babamla Konya’ya gidip orada bir ev kiraladık, vize çıkana kadar bir buçuk aya yakın bir süre de Konya’da kaldılar.
Deprem sırasında benim Antakya’da bulunmamın, annemin hayatta kalması için bir şans olduğunu düşünüyorum. Depremde eğer ben Fransa’da olsaydım, uçakların kalkması, inmesi, benim Antakya’ya varmam günler alırdı, annemin ameliyatı gecikir ve her geçen gün de onun yaşama şansını azaltırdı. 
Annem, Hatay’da evini, kardeşlerini görmeden yani depremden sonra Hatay’la yüzleşmeden Fransa’ya gelemezdi. Ben de ilk önce onu Antakya’ya götürdüm, oraları gösterdim sonra kardeşlerini; dayılarımı, teyzelerimi gösterdim. Depremde kaybettiğimiz halamı ve eniştemi de gösterdim. Kız kardeşimin Hatay’da tek katlı küçük bir evi var, birkaç gün onlarda kaldı. Ameliyatın üzerinden üç ay geçtikten sonra annemi, babamı ve kardeşimi Fransa’ya getirdim.
“Ev sahibi olabilme konusunda daha hiç kimse devlet yardımı almadı”
-Anneniz ve babanızın şu andaki durumları nasıl?
-Depremden altı ay sonra ben ilk defa Antakya’ya köyüme gittim. Üç katlı bir binamız vardı. Kardeşime, bana ve annemlere ait her birimizin birer dairesinin bulunduğu bu üç katlı bina depremde yıkıldı. Annem, babam ve kız kardeşim bir süre Fransa’da yanımda kaldılar. Hatay Büyükşehir Belediyesi’nde zabıta olarak çalışan kız kardeşim, üç dört ay sonra Hatay’a geri döndü. Depremde nispeten daha az hasar gören Antakya’nın Serinyol mahallesinde, çocuklarıyla beraber imkânları dahilinde küçük bir daire tuttu. Annemle babamın da akılları hep memleketteydi. Kardeşim dönünce endişeleri de arttı. Baktım olmuyor, bu yaz köye gidip bahçemizde onlara küçük prefabrik bir ev yaptırdım, annemle babamı içine oturttuktan sonra gönül rahatlığıyla Fransa’ya geri döndüm.
-Depremde binanızın yıkılmasıyla birlikte aileniz evsiz kalmış, hem onların barınma sorunlarını hem de annenizin sağlık sorununu kendi imkânlarınızla çözmüşsünüz. Aradan geçen bir yıl boyunca devletten maddi bir destek gördünüz mü?
-Devlet, tüm depremzedelere yaptığı gibi yalnızca gıda yardımı yaptı. Annem hastalığı nedeniyle o soğukta çadırda veya konteynerde kalamazdı, tedavisi ve bakımı gerekliydi. Annemin tedavisini kendi imkânlarımla karşıladım ve evsiz kalan ailemi Fransa’ya yanıma getirdim. Sonra da köye dönmeyi istedikleri için onlara prefabrik bir ev yaptırdım. Annem iyileşti, normal hayatına döndü. Ben Ağustos 2023’te Antakya’daydım. Site şeklinde hızlı bir kentleşme başlamış ama henüz kimseye inşaat yapma izni verilmiyor. Ev sahibi olabilme konusunda da daha hiç kimse devlet yardımı almadı. 6 ay önce vaat edilen 500 bin lira hibe ve 800 bin lira kredi kullanma konusu da henüz gerçekleşmedi. O zamanın dolar kuruyla şimdiki dolar kuru arasında da büyük bir fark var. Bugün aynı parayla bir ev yapılamaz. Benim Fransa’da işim döndüğü için kendi kazancımla aileme imkânım dahilinde yardım edip destek olabiliyorum ama bu şansı olmayanlar, ne yapacaklar?
“Market benim okulum oldu, dili orada öğrendim”
-Eşiniz Emine Hanım ile tanışmanız, yeni bir ülkeye uyum sağlarken yaşadığınız zorlukları anlatır mısınız?
-Eşim Gaziantepli, dört yaşında ailesiyle birlikte Fransa’ya gelmiş. Eğitimini bu ülkede yapmış ama Türkiye ile bağlarını hiç koparmamış, iki ülkenin kültürünü de alarak yetişmiş. Ben Strazburg’a geldiğimde eşim, ilaç fabrikasında çalışıyordu. Sadece bir iki hafta Fransızca öğrenmeye gidebildim. Sonra bıraktım, çünkü benim de çalışmam gerekiyordu. Yeni ev tutmuştuk, kirada oturuyorduk. Baktım olmayacak sıkıntı çekeceğiz, bir işe girdim. Kısa zaman sonra iş kazası geçirdim ve doktor o işte çalışamayacağımı söyledi. Evlendikten iki yıl sonra eşim hamile kaldı, çalışmam gerekiyor. O sırada, bir Türk marketinin camında ‘Satılık’ yazısını gördüm. Marketi aldım ve orada çalıştım. Fransızca bilmememe rağmen, Fransız müşteriler benimle Fransızca konuşuyor ve beni bu dili öğrenmeye zorluyorlardı. Market benim okulum oldu, Fransızcayı orada öğrendim. On üç yıl market işlettim daha sonra da hep yapmak istediğim restoran işine geçtim.
Strazburg’da Hatay yemekleri…
-Antakya’da bir dönem babanızla restoran işletmişsiniz, daha sonra da Fransa’da eşinizle birlikte bir restoran açmışsınız. Yemeklere karşı ilginizin kaynağını sorsam neler anlatırsınız?
-Hatay ayrı bir mozaik. Hatay mutfağı; Lübnan mutfağı, Suriye mutfağı ve Türk mutfağının karışımıdır. Lübnan’dan, Filistin’den, Mısır’dan tutun Yunanistan’a kadar bütün mezeler az bir farkla birbirine benzerler. Babamla beraber Hatay mutfağında çalışırken, ben meze ve et ustasıydım. Strazburg’daki restoranda da Hatay döneri ve belli başlı bazı Hatay yemeklerini yapıyorum, burada da tutuldu ve beğenildi çok şükür. Büyük oğlum da bu mesleğe meyilli; restoran işi yapmak istediğini söylediğinde olumlu baktım ama bu işin okuluna gitmesini tavsiye ettim. Şimdi Fransız yemeklerinin öğretildiği bir okula gidiyor. Okul sonrası yanımda çalışıyor. Bir meze ya da yemek hazırlayacağım zaman oğlumu yanıma çağırıp nasıl yapıldığını ona da gösteriyorum, Fransız ve Türk mutfağını birlikte öğreniyor.
Oğluma, “Bir gün bu restoranı sana bırakacağım, sen de Fransız ve Türk mutfağı karışımından oluşan güzel yemekler ortaya çıkaracaksın. Nasıl Antakya’da Lübnan, Suriye, Türk mutfağı karışmış ve zengin bir yemek çeşitliliği oluşmuşsa, eminim sende ortaya çok güzel sonuçlar çıkarırsın” dedim. Oğlumla birlikte bunun üzerine yoğunlaşıyoruz, umarım güzel bir sentez çıkarırız.
Eşimin memleketi Gaziantep’in de çok güçlü bir mutfağı var. Ben bu konuda çok şanslıyım, lahmacun, pide ve kendi mutfaklarına has yemekler konusunda eşim çok iyidir ve restorana hep katkı sağlar. Hatay mutfağımıza bir aşı da Antep mutfağıyla eşimden geldi.
“Kendi ülkemde başarılı olmayı ve orada yaşamayı çok isterdim”
-Restoran işi, gündüzü gecesi olmayan, çok fazla mesai isteyen bir iş, siz nasıl çalışıyorsunuz?  
-Her sabah 07:00’de kalkıp sebze haline gidip o gün hazırlanacak yemekler için gerekli malzemeleri kendim seçerek alırım. Yemeklerin hazırlanmasıyla bizzat ilgilenirim, müşteriye gidecek her tabak, her meze, her sandviç, benim gözümün önünden geçerek gider. Her akşam 22:00’ye kadar da restoranda işimin başında olurum.  
Sadece pazar günü çalışmıyoruz, haftada bir gün çocuklarla birlikte evdeyiz. Her yıl Ağustos ayında restoranı kapatıyoruz, bir ay çalışanlarımıza da izin veriyor, kendimiz de izin yapıyoruz. Biz izinde Türkiye’ye gidiyoruz, önce bir hafta on gün deniz kenarında, kalan 20 günü de Hatay’da ve Antep’te geçiriyoruz. 
-Fransa’da restoran açarken devlet destek veriyor mu?
-Restoranı devralırken, toplam bedelin yüzde 20’sini ben ödedim, kalan yüzde 80’i için devletten kredi aldım. Covid-19 Pandemisinde herkes gibi biz de kapalıydık. İşçilerimin maaşını, benim maaşımı, dükkânımın kirasını iki yıl boyunca devlet ödedi.
-Son sorum, yurt dışında yaşamak nasıl bir duygu, Fransa’da neleri özlüyorsunuz?
- Fransa’da iş konusunda başarılı oldum ama kendi ülkemde başarılı olmayı ve orada yaşamayı çok isterdim. Memleket hasreti çekiyorum; ailem orada, ben buradayım. Doğduğum köy Oğlakören’in yarısı halalarım, teyzelerim, dayılarım ve çocuklarından oluşuyor. Köyümüzdeki geleneklerimiz, kültürümüz bugün de aynı şekilde devam ediyor, insanlar arasındaki bağlar kopmamış. Çocuklarım da köye gittikleri zaman kuzenleriyle aynı yakınlık ve sevgiyi sürdürüyorlar. Fransa’da; Fransız mıyız, Türk müyüz? Ne olduğumuzu bilemiyoruz. Maddi olarak belli imkânlara sahibiz belki ama dediğim gibi insan doğduğu, büyüdüğü, çocukluğunun geçtiği yerleri, sevdiklerini özlüyor.