Cihat Öztürk / Gaziantep
Türkiye’de son yıllarda tartışma konusu olan alanlardan biri de hukuk ve avukatlık mesleği. Gerek yargılama koşulları gerekse geleceği açısından karamsar tablo çizilen bu alandaki tartışmalar gündemden düşmüyor. Hukuk fakültelerinin çoğalması, avukat sayısının her geçen gün artması, eğitimde kalitenin düşmesi mesleği bekleyen tehlikeler arasında. Asgari ücretin altında bir rakama çalışmaya maruz bırakılan avukatlar ise mesleğin geleceğin endişeli.
Birçok hukuk öğrencisi veya yeni genç avukatın bırakma kararı aldığı mesleği Demokrasi İçin Medya olarak yazı dizisi haline getirdik. İlk bölümde emekli hâkim Dr. Orhan Gaziertekin, Gaziantep Barosu Avukatlarından Ömer Faruk Akan ve İstanbul Barosuna kayıtlı Büşra Çakır ile konuştuk.
“Türkiye’de avukatlığının geleneği yoktur, geleceği çalınmıştır, çalınmaktadır”
“Ülkemizde avukatlık mesleğinin dünü, bugünü ve geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz” sorumuza Emekli Hâkim Dr. Ertekin, şu yanıtı veriyor:
“Bu soruya verilmesi gereken ilk yanıt galiba geçmiş ve gelecek ile anlayabileceğimiz bir avukatlık geleneğine sahip olmamamız olmalı. Çünkü Türkiye’de avukatlığın ne dünü var ne de geleceği. Sadece bugünü var. Şunu düşünelim: Çok güçlü Ermeni, Rum ve Yahudi avukatlık tecrübelerini bir kenara bırakalım; Cumhuriyet dönemi avukatlığını ve avukatlarını biliyor muyuz? Maalesef hayır. Örneğin İzmir’de avukatlık yapan avukatlar, İzmir Barosu’nun 1 nolu kurucu üyesi Bekir Behlül’ü biliyorlar mı? Maalesef hayır. Onun hayatı ve avukatlık pratikleri, bugün hatırlanıyor mu? Bazılarımız bu soruları ‘Bilsek ne olur bilmesek de olur’ diye karşılayabilirler…
Fakat bunun basit bir mesele olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Çünkü geleneksizliğin birden çok ve can alıcı sonucu var. Birincisi, Türkiye’de avukatlık cemiyeti yaratılamıyor. Cemiyetten neyi kastediyorum peki? Cemiyet kendi bağlayıcı gelenekleri, ortak bilgi ve bilinç ile birbirine bağlanan ve aynı zamanda birbirlerini denetleyen bireyler topluluğu demektir kabaca. Bir geleneğiniz yoksa gevşek örgütlü bir meslek cemiyeti haline gelirsiniz ve bağlayıcı beşeri, etik, ahlak ve disipline sahip olmazsınız.
Bu durum avukatlıkta her şeyin yapılabileceği, her yolun mübah olacağı sonucuna götürmüştür. Meslek bilinci ve meslek politikasına sahip olmamak bu geleneksizliğin sonucudur. Üzerinde bir geleneğin ağırlığı olmayan avukat için herhangi bir sınır yoktur. Geleneğin olmamasının ikinci önemli sonucu, bir hak hafızasına sahip olmamaktır. Hak hafızasının asli taşıyıcıları avukatlardır. Bu bütün toplumlar için geçerlidir.
Türkiye’nin geçmiş avukatlık hafızasını bilmiyorsak, hak hafızasını da bilmiyoruz demektir. 1940’larda Sabahattin Ali’nin Avukatı Bülent Nuri Esen’i ve onun karşısında Nihal Atsız’ın Avukatı Kenan Öner’i bilmiyorsak, aralarındaki hukuki çatışma ve gerilimleri hatırlamıyorsak hak mücadelesine dair pek az şey biliyoruz demektir. 12 Eylül mahkemelerinde Nebî Barlas’ın hukuk mücadelesini bilmiyorsak bugün yürüteceğimiz avukatlık pratiği de her şeyi kendimizden başlatmak şeklinde olur. Ve geriye bir hak hafızası bırakamayız.
İsmet İnönü’ye, ‘Sizce Türkiye’nin en önemli sorunu nedir?’ diye sorduklarında ‘Şu an önümde olan dosyadır’ demiş. Avukatlar için de en önemli sorun önlerindeki dosyadır… İnönü’nün şaşırtıcı tarzı ciddiye alınmalı kuşkusuz ki. Fakat biz, İnönü gibi sadece ‘görev insanı’ olursak bütünlüğü göremeyiz. Önümüzde olmayan dosyalarla önümüzdeki arasındaki doğrudan ilişkiyi de görmeliyiz. Şunu demeye çalışıyorum: Avukatların ‘en önemli sorunu’ yok. Artık arşı aşmış devasa sorunları var. Yeni gelişmeler ve sorunlar ile başlayalım. Avukatlar ‘adli piyasanın’ girişimcileri durumundalar ve artık paylaşım giderek hiyerarşik bir hal alıyor.
İşçi-patron ilişkisinin tüm sınıfsal sorunlarını avukatlıkta da görebiliriz. Bu ezme ve ezilmenin avukatlığın temel mekanizma ve sahalarından birisi haline gelmesine yol açıyor. Diğer yandan hukuk fakülteleri avukatlığa yeni işçi taşıyan endüstriyel makinelere dönüşüyor. Bunun sonucu olarak avukatlık içindeki kıdemli kıdemsiz oranı olağanüstü dengesizlik arz ediyor. Eğer bir avukatlık cemiyeti içerisinde, 15 yıldan fazla kıdemli avukatların oranı, kıdemsizlerin dörtte biri kadar ise orada gelenek aktarımı mümkün olmaktan çıkar ve mesleki bilgi ve görgü aktarımı sekteye uğrar.
Bir başka nokta avukat girişimciler, tıpkı cumhuriyetin başından itibaren olduğu üzere merkezi ideoloji ve siyasetle yakınlıkları oranında ‘kazançlarını’ büyütüyorlar. Merkezin ideolojisinden uzaksanız sadece kendinizi geçindirmenin peşinde olursunuz. İşçi avukat olarak kalırsınız ve gelecek kaygısı ile her gün yeniden sınanırsınız. Üst ve yüksek mahkemeler mensupları ile kurduğunuz her ideolojik ve politik bağ, sizi sınıf atlatır. Bu avukatlığın içinde ‘iş bitirici’ bir fırsatçılar grubunun olağanüstü zenginleşmesi sonucunu doğurur. Daha bir sürü sorun sayılabilir. ‘En önemli sorun’ diye sordun ama can alıcı sorunları bir bir saymak bile bizi nefessiz bırakıyor.
Avukatlığın işte bu şekilde bir eşitsizlik ve haksızlıklar içinde ve onun bir parçası olarak kurulduğunu ve idame ettirildiğini görmek özellikle genç avukatları umutsuzluğa sevk edebilir. Bir başka sorun da buradadır. Türkiye’de avukatlığın geleneği yoktur, geleceği çalınmıştır, çalınmaktadır. En önemli sorunun ne olduğunu umarım anlatabilmişimdir.”
“Hak mücadelesi için oldukça dezavantajlı ve avantajlı günlerdeyiz”
“Şimdiye kadar ki konuşmalarımızdan anlamış olmalıyız ki avukatlık içinde çok çeşitli gerilim ve çatışmaların olduğu bir alan. Tek bir avukatlık yok” diyen Ertekin, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Baroların, Türkiye Barolar Birliği (TTB) ile iyi ilişkiler içindeki birer ekonomik dağıtım merkezi olması ve baro yöneticiliklerinin siyasi yatırım ve itibar olarak ölçülmesi avukatlığın içindeki derin çatışmaların daha da yakından fark edilmesini sağlıyor. Şaşırtıcı olacak ama şunu diyeceğim: Avukatlık için çok kötü ve çok iyi günlerdeyiz. Hak mücadelesi için oldukça dezavantajlı ve avantajlı günlerdeyiz. Zaten Türkiye avukatlığı içindeki yeni ve yaratıcı müdahalelerin mümkün olduğunu gösteren şey işte bu çelişkili durumdur. Çünkü bu durumla başa çıkan büyür ve avukatlığı da yeniden yaratır. Türkiye’de hak mücadelesini de yeniden yaratır.
Biraz farklı biçimde de söyleyeyim: Yukarıdaki hem avukatlığın ülke içindeki yeri ve konumu ve hem de bizzat avukatlığın içindeki derin sorunları; haksızlık ve adaletsizliği gören bir avukat için avukatlık, yasal mücadele ile isyan arasındaki bir yerde ilerlemek zorundadır. Yani yasayı hak mücadelesinin bir zemini haline getirmek zorundadır. Ülkedeki baronlar ile ‘baron avukatlar’ arasında birbirini besleyen ilişki ve irtibat hak temelli avukatlık peşinde olanlar için ilk isyan edilmesi gereken yer gibi görünmektedir.”
“Meslek etiği ve saygınlığı, ciddi anlamda itibar kaybetmiştir”
Gaziantep’te 21 yıldır aktif avukatlık yaptığını anlatan Ömer Faruk Akan, mesleğinin geçmişte gerek ekonomik gerekse prestij açısından çok daha iyi durumda olduğunu belirtiyor. “Gerek hukuk fakültelerinin fazlalığı gerekse mesleğe başlamak için herhangi bir ölçü ve elemenin olmaması nedeniyle mesleğimiz gün geçtikçe kan kaybetmektedir” vurgusu yapan Akan, şunları söylüyor:
“Mesleğin prestiji o mesleği icra edenlerin prestiji ile orantılıdır. Gerek hukuk fakültesine girişte ve gerekse avukatlık mesleğine kabulde ölçü olmaması bu mesleği vatandaşın gözünde ‘herkes tarafından yapılabilir, özelliksiz’ bir meslek haline getirmiştir.
Avukatların sayısal olarak ölçüsüz artması, aynı zamanda vahşi rekabeti de beraberinde getiriyor. Bu nedenle de meslek etiği ve saygınlığı, ciddi anlamda itibar kaybetmiştir. Kısa sürede mesleğe bakış açısının değişeceğine ilişkin pek umudum yok. Son yıllarda mesleğe başlayanların, mesleğin ağır sorumluluğuna denk gelecek gelir elde edemediklerini görmekteyim.
Zor koşullarda çalışan ve mesleğe yeni başlayan meslektaşların, çoğunda bıkkınlık ve iş bırakma eğilimi mevcuttur. Mesleğe başlarken hayal edilen ile mesleğe başlandıktan sonra karşılaşılan manzaranın çok farklı olduğunu gören birçok meslektaş, ya mesleği bırakmayı düşünmekte veya alternatif işlere yönelmektedir.”
Akan, avukatlık mesleğinin temel sorunlarını, “Mesleğe alımda ölçüsüzlük, yeterli hocaya sahip olmayan hukuk fakültelerinin varlığı, staj eğitiminin angaryaya dönüşmesi, adliye dahil kamu kurumlarının avukatlara olumsuz yaklaşımı, yeterli iş potansiyelinin olmaması, barolar ve TBB’nin mesleğe sahip çıkmayan tavırları, baroların ve TBB’nin birer siyasi basamak olarak görülmesi, meslektaşların kısmen de olsa avukatlık meslek etiğine uygun davranmaması” şeklinde özetliyor.
“Hâkim ve savcılara öncelik tanınıp, avukatların dışlanması söz konusu”
Kurumsal bir ofiste mesleğini 2 yıldır sürdüren İstanbul Barosu Avukatlarından Büşra Çakır, mesleğin geleceğine karamsar bakan isimlerden. Hukuk fakültelerinin çokluğu ve mezun sayısının fazlalığına dikkat çeken Avukat Çakır, şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Türkiye’de 81 hukuk fakültesi var ve her gün açılan niteliksiz fakülteler büyük sorun. Adliyelere taşınan çok fazla dosya var ama mezun sayısı, hukukçu ihtiyacından çok daha fazla. Açılan fakülteler yalnızca sayı olarak kalıyor, nitelikli eğitim sağlayamıyor. Bir şekilde mezun olduktan sonra avukat olmadan önce bir yıllık bir staj dönemi var ancak avukatlık stajımızın 6 ayı adliyede, 6 ayı bir ofiste. Stajda geçen bu bir yıl, çoğu meslektaş açısından verimsiz geçiyor. Adliye kısmı imza atmaktan ibaret. Mahkemelere ilişkin verimli bir çalışma mevcut değil.
Asgari ücrete tekabül eden ruhsat masraflarını da karşılayabilirse – cebimde param vardı ve çok kolay ödedim diyen meslektaş ile henüz karşılaşmadım- ruhsat işlemleri başlıyor. İki ayı bulan bu süreç de bittikten sonra barodaki binlerce avukattan biri olduğumuzun kanıtı ruhsatımız törenle bize teslim ediliyor. Kendi adıma söyleyeyim törende meslek yeminimi ederken mesleğimde hiç sorun yokmuş gibi adaletin tesis edilmesinde çabalardan hiç zorluk yaşamayacakmışım gibi mutlu ve heyecanlıydım.
Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) tarifesindeki ücretlerin yetersizliği, baro asgari ücret tarifelerinin müvekkillere çok fazla gelmesi, uzun süren dava süreçlerini müvekkillere açıklayamamak ve bu süreçlerde genç meslektaşlara desteklerini hissettirmeyen meslek örgütümüz barolar, genç avukatların omuzlarına göründüğünden daha ağır yükler yüklüyor.”
Stajyer avukatların ucuz iş gücü muamelesi gördüğünü belirten Çakır, sözlerine şöyle devam ediyor:
“Baroya adımımızı atıp staja başladığımız andan itibaren birçok sorunla karşılaşıyoruz. Öncelikle stajyer avukatlar ucuz iş gücü muamelesi görüyor, bu ruhsatı aldıktan sonra da pek fazla değişmiyor diyebiliriz. Çok fazla mezun ve genç meslektaş var ama hiçbir destek ve istihdam söz konusu değil. Serbest çalışan ve mesleğini icra etmeye çalışan avukatlar da aldığı vekâlet ücretinin büyük kısmını vergiye vermektedir.
Bunun dışında avukat, hâkim ve savcılar, aynı fakülteden, aynı dersleri alarak mezun oluyor. Ancak birçok konuda, hâkim ve savcılara öncelik tanınıp, avukatların dışlanması söz konusu. Bunlar ve pek çok sorun yaşanırken görmezden gelinen sorunlarına çözüm bulamayan avukatlar, mesleklerini sürdüremez hale gelmekte, mesleği bırakan, hayatına son veren pek çok meslektaşımız olmaktadır.
Hak arama mücadelesinin içinde olmayı hayal ederek hukuk fakültesine girmiştim ancak avukatlar olarak bu mücadelenin mesleğimizi yapmamızdan kaynaklı öznesi olabileceğimizi tahmin etmemiştim. Duruşmalarda savunma yapmamız engelleniyor. Hacze giden avukatlar dayak yiyor, öldürülüyor, adliyelere alınmıyoruz, basın açıklamalarında polis şiddetine maruz bırakılıyoruz. Bunlar Türkiye’nin değiştirmeye çalıştığımız, kabullenmediğimiz gerçekleri. Bu gerçeklere yönelik çözüm aramaya elbette devam edeceğiz.
Daha örgütlü, meslek odamız Baronun desteği, yargı mekanizmasının parçası olan meslektaşlarla birlikte yürütmek isterdim. Gün geçtikçe sesimiz kısılıyor, olaylara verdiğimiz tepkiler yok oluyor. ‘Zaten Türkiye’de doğru uygulanmasını beklemiyordum’ hali, kabullenme, biz avukatları daha da tepkisiz; işlevsiz bir hale getiriyor.”