Opel'in yeni SUV modeli Grandland 2024 Altın Direksiyon Ödülü'nü kazandı Opel'in yeni SUV modeli Grandland 2024 Altın Direksiyon Ödülü'nü kazandı
Döviz kurunun yükseliş eğilimi, ödemeler dengesi ve bütçedeki açık, her an 1994-1999 ve 2001 benzeri yeni bir ekonomik kriz potansiyelini gösteriyor. Azgelişmiş ülkelerde refah artışı için yalnızca büyüme yeterli olmayıp ekonomik gelişmeye de gerek var. Herkesin yaşadıklarını ve önümüzdeki 5 yıl yaşanacakları da iyi irdelemesi gerekiyor Cemil Cahit Saraçoğlu Türkiye, geçtiğimiz Mayıs ayında yeni bir seçimle gelecek 5 yılı için karar verdi. Yurttaşlar, 20 yıldır ülkeyi yöneten iktidarın genel olarak 20 yılda, ancak özellikle son 5-6 yılda ekonomide ortaya koyduğu performansa bakarak “Ekonomisi nasıl bir ülke hayal etmeliyiz?” sorusuna da karar vermiş oldu. Aslında bir yandan bu soruya yanıt aranırken, bir yandan da “Türkiye ekonomisi neden düzelemiyor?” sorusuna da bir kapı açılması gerektiği kanaatindeyim. Yani, “Nerede ne hatalar yapılıyor da ekonomi Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana hep bir kriz içerisinde debelenip duruyor” sorusunu da düşünmeliyiz. Şimdi “Ekonomisi nasıl bir ülke hayal etmeliyiz” sorusuna dönelim. Ana noktalarla bakıldığında, 600 yıllık Osmanlı’nın ekonomisi, tarıma dayanıyordu. Çünkü nüfusunun büyük bir bölümü kırsal kesimde yaşıyordu. Tarımın temelinde ise tımar sistemi yatııyordu. Tımar, topraklarının mülkiyeti devlete, tasarrufu halka, üreticinin devlete vermesi gereken vergiler ise tımarlı sipahiye ait olan bir ekonomi sistemiydi. Sanayi devrimiyle birlikte kapitalist ekonomiler, gelişen endüstri ve pazarı kapsayacak şekilde hareket etti. Osmanlı ise ekonomisini bu dönemde de bölgesel genişleme, geleneksel tekelci ve tutucu arazi sahipliği ile tarımın yörüngesinde devam ettirdi. Böylece Batı ülkeleri, Osmanlı’nın aksine zenginlik-güç denklemi ile üretim ve sanayiye fazla önem verdi. Osmanlı ekonomisi; azalan üretim, köylünün ihmali, savaşların kaybı, vergi adaletinin ve düzeninin bozulması, değişen dünyaya ayak uyduramaması, sanayileşememe, korumacı politikaların terki, borç-faiz-banker batağı, kapitülasyonlar, rüşvet, vurgunculuk ve emperyalist baskılar sonucu çöktü. Sağ tandanslı iktidarlar, Batı’nın da beklentisi… 1920’de Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda Osmanlı’dan çok kötü bir ekonomik miras devraldı. Böyle bir ortam içinde sınırlı kaynaklarla bağımsızlık savaşı verdi. Ancak özellikle son 40 yılda Türkiye’de ağırlıklı iktidarların sağ tandanslı oluştu(ruldu)ğunu hafızalarda iyi tutmalıyız. (“Oluşturulduğu” sözü de geçerlidir çünkü; Batı’nın kendi demokrasisini ön planda tutmasında özellikle Doğu’daki ülkelerde demokrasinin çağdaş evrensel kurallarla işlerliğinin olmamasına özel önem verilir. Bu kapsamda da gerektiğinde askeri darbelerle o ülkedeki demokrasinin sekteye uğratılması “Batı’da demokrasi var” mesajı açısından önemli bulunur.) Bu nedenle Türkiye’de ABD’nin “our boys”ları olarak 1980 Askeri Darbesi’nin ardından da ülkede hep sağ tandanslı iktidarların ekonomi politikaları uygulamada oldu. Bu politikaların mihenk taşı “Ülke için ‘Plan mı, Pilav mı’ gerekiyor?” tartışmalarına evrildi. Ancak, “plan” yenik düştü ve (insanların karnı doysun, plana gerek yok) anlamına gelen “Pilav” savunucusu kesimler kazandı. Böyle olunca, yatırım ve ekonomi planlamasının yapılmadığı Türkiye ekonomisi, dışarıdan gelen sıcak paraya ve ithalata bağımlı bir ekonomi projeksiyonu ile “yüksek hızlı büyüme konjonktürü” sergiledi. Ancak, istihdam yaratamayan bir ekonomi oldu. Yani, “istihdamsız büyüyen” bir ekonomi modeli uygulamada yer aldı. Bu arada; üçer aylık ortalamalar alınarak açıklanan işsizlik rakamlarının da inandırıcı olduğunu düşünmeyin. Çünkü, Avrupa Birliği (AB) uyum süreci kapsamında işsizlik oranlarının üçer aylık ortalamalar alınarak hesaplanmasıyla aslında işsizlik oranlarında düşüş olduğu izlenimi verilmiş oluyor. Bu nedenle 1980’den sonra ülkede yönetime gelen iktidarların kısa dönemli plansız politikaları nedeniyle kalıcı bir istihdam yaratılamadı. Sıcak para ve işsizlik ekonomisi Daha çok kolaycılığa kaçan bu iktidar politikalarındaki istihdamsız büyümenin özünde Türkiye’nin uluslararası piyasalara sunduğu yüksek reel faiz sayesinde yüksek oranlarda çektiği spekülatif sıcak para girişleri oldu. Sıcak para girişleri ise döviz kurunu ucuzlattı. Yani Türk Lirası’nı (TL) aşırı değerlendirdi. Bu da yurt dışından ithalatı özendirdi. Sonuçta da cari işlemler açığı bir türlü kapatılamadı. Plansız ekonomilerin yaşandığı bu dönemlerde “ihracat” diye yutturulan gerçek ise; otomotiv ve dayanıklı tüketim malları gibi yurt içinde katma değeri düşük sektörlerdeki ürünlerden oluştu. Buradaki yoğunlaşma nedeniyle de istihdam artışları çok sınırlı kaldı ve işsizlik sorunu 40 yılı aşan süre boyunca iyiden iyiye derinleşti. Böylece karşımıza sağ iktidarların sıcak para ile ekonomiyi yönetme sevdasının yarattığı cari açık ile işsizlik, birbirini besleyen ve birbirine bağlı sorunlar olarak ortaya çıktı. 10 yıl arayla yapılan askeri darbelerin de temelinde yüksek faiz almak amacıyla dışarıdan gelen sıcak para ekonomisinin ülkeyi yönetme isteği vardı. O nedenle de Türkiye uzun yıllar 10 yıl arayla askeri darbelerle ve ekonomik krizlerle karşı karşıya kaldı. Bugünün ekonomisi de kriz riskinde… Bugün de döviz kurunun yükseliş eğilimi göstermesi, ödemeler dengesinde ve bütçedeki açık gibi ekonomideki olumsuz gelişmeler nedeniyle her an 1994-1999 ve 2001 benzeri yeni bir ekonomik kriz potansiyelinin olduğu görülüyor. Bugün olası krizin nedenleri incelendiğinde; “düşük faiz yüksek kur” politikası başta geliyor. Bugün TL’deki çöküşün en büyük sebebi olan bu politika, ekonominin genel geçer teorisine aykırı bulunuyor. Bu nedenle de “ortodoks olmayan” bir yaklaşım olarak tanımlanıyor. Yine “ürkek kuş” olarak nitelendirilen sermayenin, güvenin olmadığı durumlarda kolaylıkla kaçışının önlenmesi konusunda mevcut iktidarın bir şey yapmaması da krizi tetikleyici unsur olarak görülüyor. Büyüme ve gelişme aynı şey değil Gelelim ekonomik büyüme ve ekonomik gelişme ikilemine. “Ekonomik büyüme” ile “ekonomik gelişme” anlamca yakın olmakla birlikte, farklı kavramları içerir. Büyüme, yalnızca gelirdeki artışı içermesine karşılık, gelişme; gelir artışı yanında ekonomik, sosyal ve kurumsal yapının da olumlu yönde değişmesini kapsar. Ekonomik büyüme için sermaye birikiminin ve teknolojik ilerlemenin merkezi rolü tartışılmaz. Bu kapsamda da tarımsal orijinli büyümeden, endüstri orijinli büyümeye geçişi, teknolojik ilerlemeler ve yatırımlardaki artışlar olmadan gerçekleştiren bir ülke yoktur. Bu nedenle azgelişmiş ülkelerde refah artışı için yalnızca büyüme yeterli olmayıp ekonomik gelişmeye de gerek vardır. Fakat gelişmiş bir ekonomi olabilmek için tatminkâr ve sürdürülebilir bir büyüme hızını yakalamak gerekir. Arzulanan gelişmeyi gösterememiş ya da azgelişmiş olarak ifade edilen ülkelerin genel ekonomik ve yapısal özelliklerine bakıldığında; kişi başına düşük gelir, geniş halk kesimlerinde zorunlu ihtiyaç malların payının yüksekliği, yurtiçi tasarrufların ve yatırımların düşüklüğü, sermaye birikiminin yetersizliği, teknoloji üretememek, eğitim düzeyinin düşük olması, hızlı nüfus artışı sıralanabilir. Bu özelliklerin tamamen tersini taşıyan ülkeler ise gelişmiş ekonomiler olarak nitelendiriliyor. “Sermayeyi yetersiz bırakma” da bir plan Dolayısıyla bizim ekonominin neden “diplerde debelendiği” sorusunun bir açmazının da “sermaye yetersizliği” olduğu ortaya çıkıyor. Peki, sermaye neden yetersiz? Yukarıda değindiğimiz gibi “Osmanlı, bölgesel genişleme, geleneksel tekelci ve tutucu arazi sahipliği ve tarımın yörüngesinde ekonomisini devam ettirirken, Batı ülkeleri, Osmanlı’nın aksine zenginlik-güç-zenginlik denklemi ile üretim ve sanayiye fazla önem vermesi” sayesinde sermayenin oluşmasını hızlandırdı. Osmanlı’dan böyle bir mirası devralan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise sermaye yetersiz kaldı. Burada ortaya az gelişmiş ülkeye uluslararası sermayenin çekilmesi fikri doğdu. Ancak uluslararası sermaye hareketliliği incelendiğinde; bu sermayenin gelişmemiş üçüncü dünya ülkelerinde ucuz işgücünü teşvik ettiği, altyapı ve eğitime önem vermediği, bu nedenle gelişmemiş ülkenin teknolojik sıçrama yapamadığı ve sadece ara üretim sürecinde bırakıldığı biliniyor. Devlet eliyle sermaye yaratma modellemesi Devlet kaynakları ile sermaye yaratma modeli uygulamaya konulmasının sonucunda ise ancak siyasi olarak iktidarla aynı fikirde olan yatırımcılardan sermayedar yaratıldığı ortaya çıkıyor. Mesela Turgut Özal iktidarının olduğu yıllarda, benzer bir sermaye grubu oluşturuldu. Bu sermayedar kesimi, bankacılık başta olmak üzere; finans sektörünün en önemli unsurları haline getirildi. 2001 krizi öncesinde Türkiye’nin sayılı bankalarına sahip oldular. Ancak krizde 44 milyar dolar gibi bir yükü halkın sırtına bıraktılar. Bu duruma son yıllardaki bir başka örnek; geçiş garantili otoyol ve köprü yapım işlerini kapsayan Kamu-Özel İşbirliği (KOİ) Projeleri gösterilebilir. Yerli sermayenin yaratılmasının amaçlandığı bu uygulamada da devlet kaynaklarının dolayısıyla da halkın sırtına yüklenen vergilerin “geçiş garantisi” adı altında bu sermaye gruplarına verildiği sağlıksız bir sürecin olduğu görülüyor. Dolayısıyla, “Ekonomisi nasıl bir ülke hayal etmeliyiz” sorusuna yanıt aranırken, herkesin yaşadıklarını ve önümüzdeki 5 yıl yaşanacakları da iyi irdelemesi gerekiyor.

Editör: Ahmet Ertüm