Ergun Mengi
Ahlakın sonuyla aslında dünyanın da sonunu biz getiriyoruz. Hadi canım, adam sende, hangi devirdeyiz, beni ilgilendirmez, onlarda yapıyor, oda yapsın nidaları, aslında, sonu gelen ahlâkın can çekişme sesleri. Sorun bunu nasıl anlamlandırdığımızdır. Akıl, anlam yüklerken çalışıyor, değerlendiriyor, kendine en uygun olanını yapıyor. Aslında öyle sanıyor. Ancak, akıl karar verirken, onun kararlarını süzgeçten geçiren gerektiğinde tasdik eden ve gerektiğinde, genellikle, itiraz eden bir ses vardır. Bu ses içsesimiz. Onu kandıramıyoruz. Aklımıza direniyor, ona kırılıyor, zaman zaman da küsüyor. Ama çok zeki, pratik akıl onun hemen üstesinden geliyor maalesef. “Sen sus görmüyor musun hayatta kalmaya çalışıyorum” diye kandırmaya çalışıyor, kendisi inanmasa da. Bencil insan, aklı “ben kendimi kurtardım” diye hesap yapıyor, akıllı ya. Ama içses soruyor “torunların ne olacak, onların çocukları ne olacak. Onlara böyle bir dünya mı miras bırakacaksın.” Akıl susuyor, cevap veremiyor.
Dinlemeyi bilmeyiz. Anlamak için gayret sarf etmeyiz, çünkü cevabımızı hazırlamakla meşgul oluruz. Güzel bir söz var “anlamak için değil cevap vermek için dinleriz”.
Konfüçyüs da dinlemenin erdemini “hep konuşursan bildiklerini tekrar edersin, ama dinlersen belki yeni bir şeyler öğrenirsin” sözleriyle ifade etmiştir. İnsanın içsesini kaybettiği, arama ilanı dahi vermediği bu günlerde dünya daha da yaşanmaz hale geldi. Bu demektir ki dünyayı kaybetmeye az kaldı. Kazanma hırsı, daha fazla üretme, daha fazla satma, daha çok para, NE İÇİN, nereye “Qua vadis” insanoğlu “Qua vadis”.
Neden yalana başvuruyoruz, yalanı neden seviyoruz, insan, doğruları duymayı istemez, doğruları, gerçekleri söyleyenlere tahammül bile edemez.
Bilge diyor ki “her zaman haklı çıkma ihtiyacı cahillere mahsustur”.
Yazı tura atsak herkes kazanmak ister. Kazanan sevinir, çok normal, ama asıl önemli olan kaybedenin üzülmemesidir. Eğer kaybeden üzülmeye başlarsa işte o zaman, kutuplaşma, ayrışma başlar. İnsanlar, devlet (halk)-devletin görevlisi, yöneten-yönetilen, kazanan-kaybeden, zengin-fakir, yaşlı-genç, kadın-erkek, arabası olan-olmayan, çiçek seven-sevmeyen vb şeklinde ayrışır. Kutuplaşmalar arttıkça insanlar birbirlerinden korkmaya, kaçmaya başlar (George Orwell-1984). Hal böyle olunca, kutuplaşmanın ihtiyacı olan yakıt, “nefret” devreye girer.
Nefretle besleniyor kutuplaşma, sevgiyi yok ediyor. Güzel bir söz var, “Karanlık karanlığı uzaklaştıramaz; bunu ancak ışık yapabilir. Nefret nefreti uzaklaştıramaz; bunu ancak sevgi yapabilir”. Nefret söylemi, Müslüman-Hristiyan, Sünni-Şii, Budist-Hindu şeklinde ayrıştırıyor aslında tek bir yaratana inanan insanları (Yuval Noah Harari Hayvanlardan Tanrılara Sapiens s.218-221). Bazı insanlar, bakış açıları, ibadet şekilleri farklı olanları, benim ibadet şeklim daha doğru, benim gibi ibadet edeceksin diye öldürmeye kalkıyorlar, ötekileştiriyorlar.
Kutuplaşmanın diğer bir yakıtı da karşıdakini kirli göstermektir. Tarihe baktığımızda birçok kişi ve toplum, kadınları, Yahudileri, çingeneleri, siyahileri, eşcinselleri hatta diğer dine mensup olanları kirlilik kaynağı olarak göstermiştir (Harari,s.145). Sanki en temiz olan biz “mişiz” gibi.
“İnsanı bir şeye inandırmak, inandığı şeyin, yanlış olduğuna inandırmaktan çok daha zordur.”
Bir ‘proteus’ (her kılığa girer, bazen görünen, gerektiğinde kaybolan) olan insan, “para” diye başka bir proteus yaratıyor. Bir kişi, fakirlere para yardımı yaptığında para sadakate, yargıca rüşvet verdiğinde hukuka, kiliseye-camiye bağış yaptığında sevaba dönüşüyor. Tarihte böyleydi, bugün de böyle. İnsanı yarış atı gibi gören Kapitalizm bunu şöyle tanımlıyor, yarışırken arkaya bakmayın kendinizi ilerlemiş zannedersiniz, yanındakilere ve ilerdekilere bakın ki, daha hızlı koşasınız.
“Para o kadar hızlı koşuyor ki, ahlakın yetişmesi mümkün değil”
Para yokken, altın vardı, en saf en güzel maden. Saf olduğundan yıllar geçse de bozulmaz. Dostluklar da altın gibi ne kadar saf olursa o kadar uzun süre bozulmadan kalır. Ancak, altın en saf maden olarak insanlara güzellik, barış getireceğine, savaş, öfke, çatışma getirmiştir. Altın gibi bir saflık dahi, insanın elinde, maalesef, en büyük silaha dönüşebiliyor.
Bir düşünür der ki “insanın kullandığı ilk silah diğer bir insandır”. Çok doğru insan hükmetmeyi çok sever. Bu nedenle ben insanı lokanta da tanırım. Çünkü her insan, lokanta da patrondur. Hizmet ister, ekmek ister, su ister, zamanında ister, sıcak ister, acele ister, hatta kendinden önce gelen müşteriden dahi önce gelmesini ister, olmazsa kızar. İnsanın rengi lokantada garsona hitabından belli olur.
Demokrasinin olmazsa olmazı ”tenkit edebilmektir”. Fakat tepkisel olmak bir zihniyettir. İnandırmak, bilgi ve fikirle olmalıdır. Ama silahla da karşı tarafı fikrimize yönlendirebiliriz. Adına ikna desek te, bunun itaat olduğunu biliriz. İşte bu tepkisellik insanların bir arada bilgi üretebilmesi, ortak akla erişebilmesini engelliyor.
Okumuş, aydın, yeniliklere açık, araştırmasını seven, meraklı, dinlemesini, tartışmasını bilen, araştıran ve bilgi üreten insanlar ülkenin sosyal sermayesini oluşturur. “Zengin ülkeler, zengin oldukları için Sosyal Sermayeleri vardır” derler ben ise aksi fikirdeyim, “zengin ülkeler Sosyal Sermayeleri olduğu için zengindir (Francis Fukuyama, Social Capital and Civil Society).”
Doğaya düşmanız, güzelliklerini kıskanıyoruz, kadınları kıskanıyoruz. Doğanın sakladığı çirkinlikleri, kömürü, uranyumu, petrolü, yeryüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan dünya üzerinde ne kadar güzellik varsa ormanlar, denizler, nehirler, göller, dağlar, çiçekler, vadiler, ağaçlar hepsine düşmanız, yok etmeye çalışıyoruz...
Aslında doğa ile birlikte kendimizi öldürüyoruz farkında(yız) değiliz.