Dünyanın en hüzünlü hikayesi; sanmak

Dünyaya birtakım deneyimlerin içinden geçmek üzere gelen bizler neredeyse her duyguyu yaşayabiliyoruz. Seçimlerimiz, çevremizde olan ve bizim yaşamımızı derinden etkileyen ilişkiler, kendimizle olan ilişkimizi de yüksek oranda belirlemektedir.

Abone Ol

Emel Zalaltuntaş

Deneyimler ve seçimler her zaman iyi sonuçlar vermeyebilir, vermesini beklemekte aslında büyük bir yanılgı olur. Yaşadıklarımız ve yaşamayı umduklarımız, kim olduğumuz veya kim olmaya çalıştığımız burada yaşadığımız deneyimler doğrultusunda şekillenir. Hepimiz seçilmiş bir rolün bir parçasını oynuyoruz belki de. Ama bir de bizim seçtiklerimiz var değil mi, bizim için en doğrusu olduğunu sandığımız seçimler gibi. İnsan değişen, dönüşen, sosyal bir varlıktır ve bizi diğer canlılardan ayıran en önemli özellikte düşünebilme, farklı farklı duygulara sahip olabilmemizdir. Yalın halimizle geldiğimiz dünyada eylemlerimiz ve bunların bizde oluşturduğu duygular aslında bizi bir şey olma yoluna doğru götürüyor; yaşadığımız olumlu veya olumsuz duygular bizi bir şeye dönüştürüyor. Bize kötü gelen duygular için bazen gerçeği görmeyi reddedebiliyoruz.

Bir şeyleri sanmak üzerinden, kılıflar uydurup sevdiğimiz insanları kaybetmemek için kendimizi kaybetme noktasına gelebiliyoruz. En büyük sıkıntı da kendimiz gibi sanmak, sevildiğimizi sanmak, gitmeyecek ya da bitmeyecek sanmak...

İnsanoğlunun duygusal anlamda en büyük ihtiyacı sevilmek veya değerli hissetmek olabilir. Çoğu zaman karşımızdaki kişileri gerçek haliyle görmeyiz ve onlara zihnimizde canlandırdığımız bazı özellikleri ithaf ederiz. Aslında onlarda olmasını istediğimiz bu özelliklerin, onlara çok yakışacağını düşünür ve bunu görmekten dolayı çok mutlu olacağımızı sanırız. Sanmak çoğu zaman hayal kırıklığı yaratır çünkü gerçeği görmemek için takılmış pembe gözlük gibidir. Aslında içten içe bir huzursuzluk vardır ama kişi belki kaybetmemek için belki de kayıp duygusunun kendisine daha acı vereceği düşüncesi ile baş edemeyeceğine inandığı için gerçeği görmezden gelip, sorumluluk almak istemeyebilir.

Bizim sanrılarımız sadece çevremizdekilere değil bazen kendimize dair de olabilir. Örneğin, bir sorun karşısında cesaretle alman gereken bir kararı almaktan korkuyorsan, o sorunu görmezden gelerek kendini hoşgörülü ya da sabırlı sanıyor olabilirsin. Sonuç olarak ister kendimizle ister çevremizle ilgili olsun, sandığımız her şey aksini ispatlamak üzere hayata geçer. Yani kendine sabırlı olmayı çok yakıştırsan da hayat avazının çıktığı kadar bağırmana sebep olacak bir deneyimi önüne çıkarır ki aslında öyle olmadığını anla diye. Oysa ki insan her şeydir; bize veya sevdiklerimize ne kadar yakıştığını düşündüğümüz özellikler, zannettiğimiz gibi nüvemizde olmayabilir. Şartlar ve koşullar uygun olduğunda, hepimiz her şeyi yapabilecek potansiyele sahibiz. Gölge yanlarımızı inkar etmek, gizlemeye çalışmak, insanlara şekil vermeye çalışmak ne kadar doğru bilmiyorum ama tek bildiğim şey hayat bize kim olduğumuzu öğretir. Herkes bir sebeple hayatımıza girer ve çıkar ne kadar süreceğini bilmediğimiz yolculumuz boyuna her zaman yanımızda olanlar olacağı gibi sadece öğretmek için hayatımıza dahil olanlar da olacak. Hayatımıza girmelerinin sebebi  kim olduklarını öğretmek değil ,kim olduğumuzu öğretmektir. Bu sebeple Mevlana‘nın ‘’Baktığın benim ,gördüğün sensin’’ sözü bir cümlede derin manalar içermektedir.