Pelin Sayılgan
Gebze Bakımevi’nde çöp poşetlerinin içinde yavrularıyla birlikte can çekişerek ölen kedi ve köpeklerin cesetleri yaşam hakkı savunucuları tarafından bulundu. Poşetlerin içinden çıkan şırıngalar, 30 köpek ve 13 kedinin belediye çalışanları tarafından anestezik ilaçla öldürüldüğünü ortaya koydu. Her ne kadar belediye başkanı sokakların hayvanlar için güvenli olmadığını, hayvanların sokakta öldükten sonra gömülmek üzere bakımevine getirildiğini iddia etse de kamera görüntüleri bunun aksini gösterir nitelikte.
Olay mahaline sıradan yurttaşlar ve yaşam hakkı savunucularının yanında, birçok politikacı ve ünlü isim de akın etti. Geride bıraktığımız birkaç gün içerisinde gerek sosyal medya gerekse basın üzerinden önümüze birçok video düştü. Şarkıcı ve oyuncu cenahtan meşhur yüzler biraz da muhalif bir damarla katillerin Müslümanlığını sorgularken milletvekilleri katliam yasasına ve yasanın yarattığı şiddet sarmalına vurgu yaptı. Tüm bu demeçlerin içinde ise benim dikkatimi iki sıradan vatandaş çekti.
İlki, Anadolu usulü başörtüsüyle ağlayan yaşlı bir teyzeydi. Sesinden anladığım kadarıyla genç bir kız, muhtemelen bir yaşam hakkı savunucusu, teyzeye mikrofonu uzatarak katledilen hayvanlar için “onlar da hakkını alacak öbür tarafta” diyor. Ağlamaktan bitap düşmüş yaşlı teyze ise beni oldukça şaşırtan ve kendisine hayran bırakan, mikrofonu uzatan arkadaşın da belki biraz utanıp kendini sorgulamasını gerektiren sert bir çıkış yapıyor: “Önce ben alacağım onların hakkını, tamam mı?”
Yıllardır iktidarın jargonuyla, iktidarın penceresinden bakarak iktidarı eleştirmeye çalışan muhalefetin toplumu da getirdiği durum bu: Belediye başkanının “Ya Allah bismillah” diyerek açılışını yaptığı bakımevinde hayvanların katlinin hesabını belediye başkanının ve çalışanların Müslümanlığını sorgulayarak, karşılıklı iman yarıştırarak sormaya çalışmak. Cümle içinde en çok “Allah, ahiret” kelimesi geçirenin galip geleceğini sandıkları tuhaf bir oyuna tutuşmuşlar sanki. Bu içler acısı hâli, gericiliğin karşıtlarını ele geçirerek kurduğu hegemonyanın bir resmi olarak yorumlamak mümkün.
İlgimi çeken diğer bir yurttaş ise Gebze İşçi Evi adına konuştuğunu ifade eden genç bir adamdı. Genç adam özetle şunları söyledi: “Yıllardır ahlak ve vicdan yok diyerek bir propaganda yapılıyor ama dün çok büyük bir ahlaksızlık gördük. Israrla bir şey söylüyoruz: Bu ülkede büyük bir dağılma var. Çünkü paranın hükmü varsa; dağılma, yolsuzluk hatta katliam da tecavüz de vardır. Bize karşı böyle güvenlik önlemleri alanlar kayıp çocuklarımızı neden bulamıyor? Bize bir açıklama borçlular. Ne açıklama yapıyorlar ne de hesap veriyorlar. Çünkü dertleri para, rant; kötü bunlar. Bu yasayı çıkarırken kimseye çaktırmadan bu işi çözeceklerini düşünüyorlardı. Ama bu halkın bir vicdanı var. Ve şu çok açık: Bu düzen dağılmıştır.”
Bakımevinin kapısında STK temsilcileri ve milletvekilleri tarafından yapılan katliam yasası vurgusu ve AYM’ye yapılan çağrılar yerindedir ama yaşlı teyzenin ve genç adamın çıkışı bunların çok üstünde bir analizi içermektedir.
“Değişmeyen ‘yapı’ içinde oynandıkça oynanan üst yapı; yeterli gelmediğinde, zaaflar ya da çürümeler artmaya başladığında yeni arayışlar, yapılanmalar…” Eski AYM Raportörü Ali Rıza Aydın 2020 Aralığında Gelenek Dergisi’nde anayasa mahkemelerinin hangi arayışla doğduğunu konu edinen yazısını kaleme alırken yazısına dört yıl sonra hayvan hakları temalı bir köşe yazısında yer verileceğini tahmin eder miydi bilinmez ama bu yazının, içinde yaşadığımız kabusu anlamlandırmamız ve gerçek çözümü görmemiz için oldukça faydalı olduğu su götürmez bir gerçek: “Özgürlüklerini ve yaşamlarını feda ederek hak mücadelesi veren ezilenler, sömürülenler mücadelelerinin karşılığını hukukta görmek isterken ve hukuka güvenirken o hukuk ve uygulamaları ihanetin içindeydi aynı zamanda. Sermaye sınıfıyla siyasal iktidar buluşması, parlamentonun kural koyucu ve denetleyici gücünün sınıfsallığıyla birlikte hukuku da etkiliyor; Anayasa'ya ve hukuka dayanarak karar veren yargı da bu hukukun sınırları içine hapsoluyordu.”
Her hayvan katliamında denetimsizliğe, hukuksuzluğa, hukuk devletinin önemine vurgu yapmak bir yerden sonra bizi belli sınırlar içine hapseder. Bugün yaşadığımız çürüme, işçi önderi genç adamın deyişiyle “dağılma” hâli, üretim ilişkilerinin bir sonucudur. Eşitsizliğin ve sömürü düzeninin yol açtığı bu çürümeden çıkış yolu ise bakımevi kapısında isyan eden ve belli ki eskisi gibi yönetilmek istemeyen teyzenin sözlerinde gizlidir. Bu hesap ne ahirete ne de burjuva hukukuna bırakılabilir.