Erva Gün
Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği finansmanıyla yürütülen Demokrasi için Medya/Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında “Cumhuriyet’in 100. Yılında Türkiye Orta Doğu'nun Neresinde?” söyleşisi bugün Basın Evi'nde gerçekleştirildi.
Moderatörlüğünü gazeteci Yıldız Yazıcıoğlu’nun üstlendiği söyleşide, Emekli Büyükelçi Şafak Göktürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin 100'üncü yılında Türk Dış Politikası bağlamında Orta Doğu coğrafyasında mevcut duruma ilişkin değerlendirmelerde bulundu. İsrail ve Hamas arasında yaşanan son çatışmaya ilişkin değerlendirmelerini aktaran Göktürk, uluslararası gündemdeki iki devletli çözüm, Türkiye'nin arabulucu ülke olma hedefi gibi başlıklara ilişkin soruları yanıtladı.
Diplomasi muhabirliği alanında uzman isimlerden birisi olan gazeteci Gülsen Solaker, Türk dış politikasındaki değişimi gazetecilik alanındaki deneyimleri ile dinleyicilerle paylaştı. Solaker, Türkiye'de koalisyon hükümetleri döneminden günümüzdeki tek parti iktidarına, farklı bakanların dönemlerindeki olaylara ilişkin bilgilerini de aktardı.
"Orta Doğu Türkiye'nin neresinde?"
Emekli Büyükelçi Şafak Göktürk konuşmasına başlarken, “Aslında ‘Orta Doğu Türkiye’nin neresinde?’ demek lazım” dedi. Göktürk, Türkiye’nin coğrafik olarak geçişken bir bölgede yer aldığını belirterek bölgesel önemine değindi.
Anadolu coğrafyasının tarihsel birikimlerini aktaran Göktürk, Cumhuriyet’in kurulması ile Orta Doğu’daki anlayışlardan kesin bir şekilde ayrıldığını belirtti. Göktürk, “Toplumsal, dinsel, kültürel yaşam biçimleri olarak Türkiye çok geniş bir coğrafyayı temsil etmektedir. Orta Doğu ve Asya ile ortak birçok bağ var. Bu çeşitliliğin bir bütünlük içinde yaşadığını biliyoruz” dedi.
Cumhuriyet’in birden fazla tanımlayıcı unsurlarının olduğunu belirten Göktürk, uluslararası ilişkiler bakımından Misak-ı Milli’nin ve “Yurtta sulh cihanda sulh” söyleminin önemli olduğunu belirtti.
Göktürk, devamında şunları söyledi:
Misak-ı Milli ile Türkiye’nin üzerinde durduğu toprak sınırları bellidir. Egemenliğimizin sınırlarının belli olması açısından önemlidir. İmparatorluktan doğmuş bir devletin, vatanının sınırlarını bilmesi komşu ülkeler için de büyük bir güvencedir. Çünkü kendi toprağı iddiasında bulunmayacağını biliyor. Misak-ı Milli Türkiye’nin en kurucu vasıflarından biridir. İkincisi ise Atatürk’ün ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesidir. İmparatorluktan çıkan milli devletin temel ilkesi egemen eşitliğidir. Bu egemen eşitliği de tüm komşularımızda bir güvence oluşturmuştur. O kadar güvence oluşturmuştur ki Balkan Antantı ve Sadabat Paktı’nın kuruculuğunu biz yapabilmişiz. Uluslararası ve bölgesel anlaşmalarda önemli bir rol oynanabilmiş ki bu gelişmeler cumhuriyetin ilanından yaklaşık 10 yıl sonra oluyor.”
Arap dünyasına dönük olarak ek iki temel daha var. Araplar arası meselelere asla müdahil olmayacaksınız. Arap ülkelerin iç işlerine hiçbir şekilde karışmayacaksınız. Karıştığınız takdirde sizi içine çekebilecek girdapları var.
Araplar arası meselelere müdahil olmamanın çok açık sınırları vardır. Arap ülkelerinin sınırları çok suni yapıdadır. Her birinin kendisi bir ulusal kimlik oluşturmak ister. Bu ulusal kimliğin başı Arap olmakla başlatılır. Fas’taki ve Kuveyt’teki Arap bile kendi aralarında hem kültürel hem yapısal çok farklılık vardır. Araplık bunları hem birleştirici hem de ayrıştırıcı unsurudur. Sizler bunlar arasına çomak soktuğunuzda günün sonunda zararlı çıkarsınız.
"Keskin çıkışların Filistinlilere bir faydası yok"
Gazeteci Gülsen Solaker, konuşmasına başlarken 90’lı yılların sonu ve 2000’li yılların ilk yıllarında Türkiye’deki iktidar partilerinin dış politikadaki söylemleri üzerine değerlendirmelerde bulundu. AKP’yi iki döneme ayırmak gerektiğini söyleyen Solaker, 2006 yılına kadar AKP’nin kendinden önceki siyasi partilerin geleneklerini sürdürdüğünü aktardı.
Solaker’in konuşmasında şunlar öne çıktı:
AKP’den önceki dönemlerde dış politikada yapıcı söylemler görüyorduk ve öne çıkan kişiler dışişleri bakanları olurdu. Ağırlık koymak gerektiğinde cumhurbaşkanları devreye girerdi.
Şu anda özellikle AKP hükümetinin 2006’dan sonra yani ikinci döneminden sonra ortak akılla yürütülmeyen bir politika anlayışı var. Duygusal bakış açısı bizi çok yanlış yerlere götürür. Bunun örneğini biz Suriye’de gördük. Sonradan iktidar bu politikadan dönmeye çalıştı ama geç kalındığı için ne yazık ki geri dönülmedi.
Bir başka örnek vermek gerekirse Türkiye’nin İsrail-Filistin gündeminde ilk dönem söylemleri görece daha temkinli bir yaklaşım yönündeydi. Ümmetçilik anlayışı kamuoyunda Filistin sorununun temelde ne olduğunu unutturdu. İktidar kanadının şu an ki konuşmaları ve keskin bakış açısı genel çerçeveye baktığımızda Filistin sorununa bir çözüm getirmiyor tam tersine İsrail ile düzelen ilişkileri de bozuyor. Bu keskin söylemlerin de Filistinlilere bir faydası olduğunu sanmıyorum.