Çözüm, çürüme ve Kıbrıs Türk halkının geleceği

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), 15 Kasım 1983’te ilan edildiğinde, bu bağımsızlık, Kıbrıs Türk halkının eşitlik, özgürlük ve onur mücadelesinin, insanca onurlu yaşam talebinin kararlılığının zirvesini temsil ediyordu. Ancak bugün, 41. yılında bu Cumhuriyeti kutlarken, sadece kazanımlarımızı değil, kaybettiklerimizi de masaya yatırmamız gerekiyor.

Abone Ol

Yusuf Kanlı 

Adanın önemli gazeteci-yazarlarından Hasan Erçakıca ve Hasan Hastürer’in haklı tespitleriyle, KKTC’nin iç siyaseti ve toplumsal yapısı, bu kutlamanın anlamını sorgulatan bir çürüme içinde. Erçakıca, KKTC Meclisi’nde yaşananları “ahlaki çöküş” olarak tanımlarken, milletvekillerinin anayasal ve ahlaki sorumluluklarını nasıl hiçe saydıklarını çarpıcı örneklerle aktarıyor. Hastürer ise, siyasetin “uzlaşma” kültüründen uzaklaşarak “sorunları çözmeme sanatı” haline geldiğini, Kıbrıs Türk halkını bu siyasi kısırdöngü içinde yalnız bıraktığını vurguluyor. Bu iki değerli gazetecinin görüşlerini üzülerek ama tamamen paylaşmak zorundayız. Çünkü, 41 yıl sonra, KKTC’nin geleceği yalnızca uluslararası tanınma sorunuyla değil, kendi iç yapısındaki çürüme ve umutsuzlukla da tehdit altında. 

Elbette “Ankara’nın” bu durumdaki katkısını, özellikle de 2017 sonrasındaki müdahaleci ve “ben yaptım oldu” anlayışını da dikkate almak mecburiyetindeyiz. Kendi kongresini icazetle toplayabilen, seçtiği liderin, başbakının arkasında duramayan, atama parti başkanına, başbakana razı olan bir iktidar, ayak oyunlarıyla son rezaleti sergilemeyi kendişlerine yakıştırabilen milletvekilleri ve diğer kepazelikler büyük oranda AKP iktidarının ve ortağı MHP’nin KKTC siyasetinde “ağabeylik” ile “patronluğu” karıştırmalarının doğrudan veya dolaylı sonuçları değil midir?

Kıbrıs sorununda yeni bir süreç

KKTC’nin bu yıl dönümü, sadece bir kutlama değil, aynı zamanda Kıbrıs sorunundaki yeni süreçlerin tartışıldığı bir döneme denk geliyor. BM Genel Sekreter Yardımcısı ve yeni dönemdeki “Kıbrıs kolaylaştırıcısı” Rosemary DiCarlo’nun adaya yapacağı ziyaret ve genişletilmiş 5+1 formatında bir toplantı hazırlıkları, uzun süredir beklenen bir diplomatik hareketlenmeyi işaret ediyor. Ancak bu süreç, Kıbrıs Türk tarafı için ne ifade ediyor? Gerçekten bir çözüm mü, yoksa çözümsüzlüğün yeni bir sahnesi mi?

Hasan Erçakıca’nın Meclis krizine dair yaptığı tespitlerden yola çıkarsak, çözüm masasına oturan bir yapının önce kendi iç işleyişinde ahlaki ve hukuki duruşunu sağlamlaştırması gerektiği ortada. Ancak KKTC’de milletvekilleri anayasal kuralları bile ihlal edip pişkince bununla övünürken, halk bu duruma kayıtsız kalıyor. Bu toplumsal tavır, sadece içerideki sorunları değil, uluslararası arenadaki ciddiyetimizi de etkiliyor.

Hasan Hastürer’in “uzlaşma kültürü” eksikliğine yönelik eleştirisi ise, Kıbrıs Türk tarafının müzakere masasına taşıması gereken değerleri ve yaklaşımı sorgulatan bir başka önemli uyarı. Çözümsüzlüğün uzatılması, sadece Rum tarafının değil, Türk tarafındaki bazı odakların da işine yarıyor. Bu durumda, yeni süreçte Türk tarafının nasıl bir vizyon ortaya koyacağı kritik önem taşıyor.

DiCarlo’nun misyonu

BM Genel Sekreteri António Guterres, yeni bir Kıbrıs müzakere süreci için Rosemary DiCarlo’yu görevlendirdi. Genişletilmiş formatta yapılması planlanan toplantı, garantör ülkelerin (Türkiye, Yunanistan ve İngiltere) yanı sıra Avrupa Birliği’nin de izleyici olarak yer alacağı bir yapıda gerçekleşecek. Bu girişim, uzun süredir durmuş olan müzakere sürecini yeniden başlatmayı hedefliyor. Ancak burada akıllara gelen birkaç kritik soru var:

    1.    Türk Tarafının Kararlılığı: Türkiye ve KKTC, iki devlet temelindeki çözümden ne kadar ödün vermeye hazır? Masada gevşek bir konfederasyon ya da federasyon önerilerine boyun eğecek bir tablo mu çıkacak? Yoksa iki devlet ısrarı sürdürülecek mi? Daha önceki yazılarımızda da ele aldığımız, eşit egemenlik ve uluslararası eşit statü şartları yerine ikame edilen 3-D “doğrudan uçuş, doğrudan ticaret ve doğrudan temas” talebi karşılanmadan görüşmeye oturma kararı verildi mi?

    2.    Rum Tarafının Tavrı: Rum liderliği, bugüne kadar olduğu gibi, siyasi eşitliği ve güç paylaşımını hiçe sayan bir federasyon dayatmasını sürdürecek mi? Yoksa uluslararası baskılar, onları daha esnek bir pozisyona itebilir mi? Rum tarafının iki devletli, gevşek merkezi hükümetli konfederal bir çözümü kucaklayabilme imkanı var mı? Özellikle, zaman sınırlı bir süreci kabul ediyorlar mı? Veya, daha da önemlisi, resmi bir sürecin başlamasından önce süreç bir kez daha çökerse Kıbrıs Türk statüsünün şimdiki gibi olamayacağını kabul edecekler mi?

    3.    Uluslararası Toplumun Rolü: Avrupa Birliği’nin masada izleyici koltuğunda yer alması, Türk tarafı için bir risk mi yoksa bir fırsat mı? AB’nin, Yunanistan faktörü yanı sıra Kıbrıs Rum devletinin de adanın tümünü temsilen 2004’den bu yana AB üyesi olduğunu ve kararların konsensüsle alındığını dikkate alırsak, federasyon dışında bir çözümü desteklemesi neredeyse imkânsız görünüyor. Bu durum, Türk tarafını diplomatik olarak daha zorlu bir konuma itebilir.

Nerede 1983 beklentileri?

Hasan Erçakıca’nın dediği gibi, KKTC Meclisi’nde yaşananlar, sadece hukuki ihlalleri değil, ahlaki çöküşü de temsil ediyor. Milletvekilleri, anayasal zorunlulukları hiçe sayarak gizli oy kullanmıyor, hatta bu durumu itiraf ederek halkla alay ediyor. Meclis Başkanlığı seçimindeki kriz, UBP içindeki hiziplerin, kendi siyasi hırslarını ülke menfaatlerinin önüne koyduğunu açıkça gösteriyor. Erçakıca’nın “Bu ahlaksızlıktan kurtulamazsak, çürüme yok oluşa kadar devam eder” tespiti, 41 yıl sonra KKTC’nin içinde bulunduğu durumu özetliyor.

Hasan Hastürer ise, uzlaşı kültürünün yerini “fasarya siyasetinin” aldığına dikkat çekiyor. Kıbrıs Türk siyaseti, sorunları çözmek yerine, uzatarak bundan fayda sağlamayı bir strateji haline getirmiş durumda. Bu, Cumhuriyetin kuruluş felsefesine tamamen aykırı bir yaklaşım. Çünkü Cumhuriyet, halkın iradesini yansıtan, sorunları çözmeye yönelik bir sistemdir. Bugünkü tablo ise, halkı siyasetten uzaklaştıran, çözümden çok kaosu besleyen bir yapı ortaya koyuyor.

41. yılda umut mu, endişe mi?

Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak, sadece geçmişi değil, geleceği de tartışmak anlamına geliyor. Hasan Erçakıca ve Hasan Hastürer’in yazılarında ortaya koyduğu tespitler, Cumhuriyetin bugün geldiği noktayı sorguluyor. Çürüme, uzlaşı eksikliği ve toplumsal kayıtsızlık, bu Cumhuriyeti gelecekte nasıl bir yolun beklediğini belirleyecek.

BM’nin yeni girişimi ve DiCarlo’nun ziyareti, uluslararası arenada yeni bir fırsat yaratabilir. Ancak bu fırsat, KKTC’nin güçlü bir duruş sergileyebilmesine bağlı. Eğer iç siyasetteki kaos ve ahlaki çöküş devam ederse, bu fırsatın da boşa gitmesi kaçınılmaz olacak. Hasan Hastürer’in dediği gibi, uzlaşma en sağlıklı yoldur. Ancak uzlaşma için önce iç yapıda bir ahlaki yenilenme şart.

41 yıl önce büyük bir umutla kurulan bu Cumhuriyet, halkın ve liderliğin doğru kararlarıyla yeniden anlam kazanabilir. Ama bunun için, Erçakıca’nın dediği gibi, “bu çürümüşlüğü” temizlemek ve Cumhuriyeti ahlaki temellerine yeniden oturtmak gerekiyor. Eğer bunu başarabilirsek, 42. yıl kutlamaları gerçek bir bayram havasında olabilir. Eğer başaramazsak, Cumhuriyetin geleceği, sadece Kıbrıs sorununun değil, kendi iç krizlerinin kurbanı olacak.

Ne yazdı Erçakıca? Katılmamak mümkün mü?

“Ne kadar ahlak, o kadar Cumhuriyet!”