Cesur kararlar zamanı
Yusuf KANLI
Karşımızdaki sorun artık sadece Kıbrıs meselesinden ibaret değildir. Konu sadece doğu Akdeniz’deki hidrokarbon zenginliğinin nasıl paylaşılacağı da değildir. Sorun bazı Avrupalı politikacılarda ciddi olarak görülen Türkofobi, ya da Türkiye’nin üyeliğiyle ilgili samimiyet yoksunluğu da değildir. Mesele Türkiye açısından Avrupa Birliği’ne katılımı kolaylaştırma için ön şart haline gelen Batı dünyası değerlerini, normlarını, standartlarını ülkeye kazandırmada isteksizlik ya da üşengeçlik hiç değildir. Bu denklemin içerisinde Türkiye ve Avrupa ülkelerinin büyük çoğunluğunun birbirlerine bakarken “diğerini” görmesi, yani birisi açısından “fethedilecek ülkeler” diğeri açısından “durdurulacak düşman” ya da “barbar Türk” ile “emperyalist, sömürgeci Batı” algısının da olduğunu görmeli, kabul etmeliyiz.
Daha Pazar günü ne idi kutladığımız? Zafer Bayramı… Ne idi o kutladığımız zafer, üstelik de büyük zafer? 30 Ağustos 1922 Dumlupınar’da işgalci Yunan kuvvetlerine karşı sağlanan büyük zafer. Han o Yunanlıların o günden bu yana “Küçük Asya Felaketi” diye bahsettikleri…
Yunan mezalimi, yakılan yıkılan köyler, kasabalar, güzel İzmir’in mahvedilen mahallelerini bugün tekrar hatırlatıp düşmanlığı körüklemenin anlamı yok. Rumların Kıbrıs’ta yaptıklarının beş beterini yapmışlar, onu vurgulayalım, boyutu anlayın artık yaşanılan mezalimin. O zamandan beri batılıların tanımıyla “frenemies” yani “dost-düşman” vaziyetinde iki ülke. Ege’deki hani Kardak ile ilgili yaşadığımız krize benzer bir kayacık vesilesiyle çatışma olabilir mi? Meis’de geçen hafta gördüğümüz gibi anlaşmalar uyarınca silahsız olması gereken Ege veya Akdeniz’de Türkiye’den taş atımı mesafedeki adacıklara turist gemileriyle asker konuşlandırma provokasyonları tehlikeli değil mi? Ya da hani o Navteks ilan edilen alanı ihlal eden 6 Yunan f-16’sının Türk F-16’ları tarafından “püskürtülmesi” gibi bir olayın it dalaşına dönmesi, kazara çatışma olmaz diyebilir miyiz?
Bir de Libya boyutu var. Suriye meselesi de ortada. Akdeniz gelişmelerine yansıyan İsrail-Arap meselesi, bir de Türkiye’ye karşı oluşturulan şer cephesi meselesi var. Müslüman kardeşler politikasında ısrar ve Mısır ile ciddi gerginlik de işin cabası.
Amerika bölgesel ağırlığını Rusya’ya, daha kötüsü Avrupa Birliği’ne tamamen kaybetmemek için arabuluculuğa soyundu. Almanya Şansölyesi Angela Merkel çok akıllıca bir davranışla sorunlara diplomatik çözüm çağrısı yaptı ve iyice çıkmaza giren Türk-Yunan çekişmesine arabuluculuk önerdi. Ama maalesef onun eli de Avrupa Birliği’nin temel unsuru olan “üyeler arasında dayanışma” prensibiyle bağlanmış vaziyette. Hem Yunanistan ve Fransa ile dayanışma içerisinde olunacak hem arabulucu olunacak, zor iş… Şimdilik de bu nedenle başarısız oldu Merkel.
Eğer bir hata, provokasyon ya da çılgın bir komutanın macera araması sonucu çıkacak savaş, dünya savaşı boyutunda olmasa bile sonuçları açısından kabus dolu olacaksa ve bunu şimdiden kestirmemiz bile mümkün değilse, demek ki savaşın çıkmasını engelleyecek akılcı açılımlar, diyalog herkesin çıkarına.
Türkiye gerek Ege’de 12 mil karasuları konusunda, gerekse de Doğu Akdeniz hak ve çıkarları ve onunla bağlantılı Libya politikasında geri adım atamaz. Geri adım küçücük, toplam sekiz kilometre kareden küçük ve Anadolu’dan sadece iki kilometre uzaklıktaki Meis adası, ya da Girit nedeniyle Anadolu’ya hapsolmayı, Akdeniz’in adeta Yunan gölü olmasını kabul edemez. Elbette eğer Türkiye’nin Ege ve Akdeniz’deki çıkarlarının savunması için savaş kaçınılmaz olur ise hiçbir Türk hükümeti bundan geri durup taviz veremez.
AB’nin dayanışma ilkesiyle Yunanistan ve Kıbrıs Rum liderliğinin iyice şımarık çocuk politikaları gütmesi Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Batı Trakya’da çözümü imkansız kılmaktadır.
Türkiye, dünya gibi, salgın nedeniyle de ağırlaşan ciddi ekonomik problemli bir dönemden geçmektedir. Türk ordusu da çeşitli operasyonlarda son on yılda çok hırpalanmış, yaralanmıştır. AB, ABD gibi faktörlerle kangrene dönüşen bu sorunların çözümünde kuvvet kullanma kaçınılmaz olması durumunda bütün zorluklara rağmen görevden kimse kaçmayacaktır. Öyleyse, Almanya’nın son zamanlarda başarısız bir şekilde kulaklara fısıldadığı Schuman doktrini gibi öneriler çok önemlidir. Tabii ki hidrokarbon çalışmalarına iki yıl moratoryum ilan etme gibi bir yaklaşımdan ziyade daha önce Türkiye ve KKTC’nin gerek Ege, gerekse Kıbrıs hidrokarbon zenginliğinin ortak şirket ya da geçici bir komisyon kurulması bir kez daha dikkate alınmalıdırlar. Belki bu sefer Yunan ve Rum tarafında aklıselim galip gelir. Bu bir zor karar olabilir, ama savaş kadar da zor değildir herhalde…
Diğer yandan, elli yıldan fazladır süren ve Kıbrıs’ta iki devletli, iki toplumlu, politik eşitliğe dayalı federasyon görüşmeleri bir sonuç vermedi, vermesi de Rum tarafı egemenliği paylaşmayı ve siyasi ortaklığı kabul etmediğinden mümkün değil. Belki bir zor karar da Kıbrıs’ta alınıp iki halka eş zamanlı yapılacak referandumlarda iki soru sorulmalıdır.
1- Adada siyasi eşitliğe, dönüşümlü başkanlığa, etkin siyasi katılıma ve iki kesimli, iki toplumlu bir federal çözümü istiyor musunuz?
2- İkisi de AB üyesi olan ve Kıbrıs ile sınırlı Türkiye’ye AB ülkesiymiş gibi haklar verilen iki devletli çözümü istiyor musunuz?
Tabii ki bu sorular uzmanlarca çok daha iyi formüle edilebilir. Ama federasyonun aslında kon federasyona yakın kendine özgü bir sistem olacağı, AB içerisinde iki devlet çözümünün de iki devlet arasında sınırın sanal olması nedeniyle esasında deklere edilmemiş federasyon olacağı aşikardır.
Açıkça görüleceği gibi 60 yılı aşkındır devam eden Türkiye-AB flörtü de artık tanımlanmalıdır. İkide bir yeni yaptırımlar ya da bir şekilde düşmanca tavırlardan ziyade ya üyelik, ya özel statü ya da “olmayacak artık” gibi net bir tutum alınması sorunların çözümünde katalizör olma potansiyeline sahiptir.