Özlem Günel Tekşen
Peki bunlardan biri olmayınca, yırtılıyor mu sahiden, yaşanıyor mu günlük güneşlik? Mesela erkekler, rahat mı gerçekten şimdi, vicdanen, bedenen? Bir ülkenin bu kadar büyük kesimi, adaletsizlik, şiddet sarmalında yaşıyorken, nasıl rahat olabilir ki geri kalanı? Ben söyleyeyim, olamaz. Hiçbirimiz rahat olamayız, güvende değiliz hiçbirimiz. Sokaklarımız tekinsiz. Evler kadınlar için uzun süredir tekinsizdi zaten.
24 Ağustos tarihinde, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş, gelecek ay kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında geniş bir saha çalışması yapacaklarını açıkladı. Yaptığı açıklamadan da anladığımız üzere, bu araştırma en son 2014 yılında yani 10 yıl önce yapılmıştı.
Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde 19 gün sonra cansız bedeni dere içinde bulunan ve neredeyse tüm ailenin göz altına alındığı ve Türkiye’yi yasa ve öfkeye boğan 8 yaşındaki Narin Güran’ın katlinden sonra da dikkatleri çektiği üzere, TÜİK tarafından 8 yıldır kayıp çocuklar hakkında adli istatistik verilerin açıklanmadığı ortaya çıktı.
Narin olayında ve eğer medyanın yeterince ilgisini çekip toplum tarafından duyulabildiyse kadın cinayetlerinden sonra, sürekli sorumlusundan, yetkilisinden, vatandaşına herkesin üzgün olduğunu dinliyoruz.
Her gün 3 kadının öldürüldüğü, TÜİK verisine göre günde 33 çocuğun kaybolduğu bir ülkede, üzüntünün bir işe yaramadığını çoktan anlamış olmamız gerekiyor artık. Her şeye üzülüp hiçbir şey yapmayan insanlar olarak, artık bir şeyler yapmak zorundayız.
Bir gecede tek bir imzayla çıkılan İstanbul Sözleşmesi’nin 11. maddesinde şiddetle ilgili veri toplama ve araştırmanın nasıl yapılacağı düzenlenmiştir. Buna göre veri, araştırma ve anket üçlüsü şiddetle mücadelede yaşamsal önemdedir.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasının ardından, bazı çevrelerce çıkılması dile getirilen Çocukların Cinsel Suistimal ve Cinsel İstismara Karşı Korunmasına İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (Lanzarote Sözleşmesi) de 10. maddesinde sivil toplum ile işbirliği içerisinde veri toplama mekanizmaları veya merkezleri kurulması için taraf devletlere yükümlülük yüklemiştir.
Görüldüğü üzere, Türkiye’de ne şiddet verileri sağlıklı ve düzenli toplanmakta ne de şiddet failleri gerektiği gibi cezalandırılmaktadır.
Kuru üzüntüler ülkesinde, “kutsal aile” dayatması içinde, kadınların, çocukların birey olarak öğütüldüğü bir sistemde, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı adı altında da yine “aile” kutsallaştırılmakta ve “korunmakta”dır. Bireyi, kadını, çocuğu eşit bir şekilde yaşatmak için, uluslararası sözleşmeleri uygulayacak, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Hakkında Kanunu her türlü tartışmaya kapatıp kararlı bir şekilde uygulayacak, Medeni Kanunu ve Anayasa’nın eşitlik ilkesini benimsemiş, “Aile” Bakanlığı içinde öğütülmeden ayrı ayrı birer “Çocuk” ve “Kadın” Bakanlıklarına ihtiyacımız var.
Topyekün şiddetle mücadele edecek acil eylem planlarına ihtiyacımız var.
Eşitliği içselleştirmiş, hukuk devletini özümsemiş yöneticilere ve ucu kime giderse gitsin kararlılıkla soruşturmayı ilerletecek savcılara ihtiyacımız var.
Bizim, kadınların, çocuklarının her gün katledildiği bir ülkede huzurla yaşanmayacağını kabul eden ve bunun için artık aktif mücadele eden bir topluma ihtiyacımız var. Sadece üzülen hiçbir şey yapmayan, bir çocuğunu bile koruyamayan insanlar toplum değildir zira, insan kalabalığı olabilir belki.
Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmesi’nin 6. maddesi, her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu, çocuğun hayatta kalması ve mümkün olan azami çabayı göstermesi gerektiğini taraf devletlere yüklemiştir. Yani hepimiz, yaşatmak zorundayız bu çocukları, bu hepimizin görevi.