Nurdane Özdemir Sağkan / Ankara
28 yaşındayken, 2 Temmuz 1993 yılında Sivas’ta yapılan Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılan Şair Haydar Ünal, Madımak katliamdan sağ kurtulabilen bir şairimiz. Madımak yangınında yaşamını yitiren sanatçı, yazar ve şairlerin arasında bulunan ve hayatta kalan Ünal, yaşamını hep o acının gölgesinde sürdürdü. Ankara’nın tarihi ve kültürel hafızasının merkezi olan Mülkiyeliler Birliği’nin bahçesinde Şair Ünal’la, bir aydın kıyımının yaşandığı 2 Temmuz 1993’ü, o kara günü andık. Şair Ünal ile yaptığımız söyleşide, 2 Temmuz yangınını anlatırken; gözleri ve beden dili, o günü hiç unutmadığını, o acıyı üzerinden geçen 31 yıla karşın hep yanında taşıdığını canlı olarak gözlemledik.
-Sayın Haydar Ünal, siz bir insanın yaşayabileceği en zor ve en büyük felakette dostlarınızı, arkadaşlarınızı kaybederek yaralı olarak kurtuldunuz. 2 Temmuz 1993 günü yaşadıklarınızı bize anlatır mısınız?
-1993 yılında Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan Şenliklerine eşim Vildan’la birlikte gidecektik. Sonradan, eşimin o zaman henüz bir buçuk yaşında olan kızımızın yanında kalmasının daha doğru olacağına karar verip birlikte gitme fikrinden vazgeçtik.
Otobüsle yola çıkıp şiirler, türküler söyleyerek Sivas’a vardık. Biz kitap imza günü için Buruciye Medresesi’ndeydik. Kültür merkezinde sataşmaların olduğunu ve öğle saatinde cuma namazından çıkanların gösteri yaptıklarını öğrendik. Tertip komitesindeki arkadaşlarımız bizi “Herkes otele” gidecek diyerek yönlendirdiler.
Hepimiz otele gittik. Akşamüzeri 16:30 - 17:00’ye doğru olaylar ve otelin önünde toplanmalar başladı. Üç şair; Metin Altıok, Uğur Kaynar ve Behçet Aysan’ın asma kat merdivenlerinde otururken bize kalan son fotoğraflarını, gazeteci yazar Battal Pehlivan çekmiş. (Battal Pehlivan, Sivas yangınından sağ kurtulanlar arasında olmasına rağmen yangından yedi ay sonra 47 yaşındayken, kalp krizinden hayatını kaybetti.) İşte o fotoğrafların çekildiği asma katın altında, otelin lobisine açılan bir merdiven daha vardı. Olgun Şensoy, Asaf Koçak, Erdal Ayrancı, otelin deposundan gazoz kasalarını, bira kasalarını alıp o girişe yığdılar, orada bir barikat oluşturduk. Olgun, çok deneyimli bir arkadaş. Bir taraftan da “Bir saldırı olursa, gazoz şişelerini kafalarına atarız” diye düşünüyorlar, doğru da düşünüyorlar. Fakat öyle olmadı. Hava kararmaya başlayınca, paçavraları tutuşturup kırılan camların arasından otelin içine atmaya başladılar. Otelin içinde yerler halıfleks döşeli, duvarlar ise ahşap lambiri… Yani tutuşma olasılığı çok yüksek. Biz barikatı aşıyoruz, içeri düşen o paçavraları tekrar dışarıya atıyoruz. Bunu tekrar tekrar, yorulmadan yaptık.
Otelin ışıkları söndü, ardından alevler asma katı sardı…
Akşam saatlerine doğru otelin ışıkları söndü. Aziz Nesin’in Mehmet adında bir koruması var, biz onu polis diye biliyoruz. Elinde uzun namlulu bir silah var. Hiç unutmuyorum. Şair Erdal Ayrancı, o silaha göz koydu. “Çok zorda kalırsak, Mehmet polisin elinden bu silahı alıp kalabalığa karşı kendimizi koruruz” dediğini hatırlıyorum. Işıklar söndükten sonra otelin içine kasklı polisler girdi. “İçinizde polis var mı?” diye soruyorlar. Biz komiser Mehmet’i kaybettik. Herkes karanlıkta birbirini arıyor, telaş var. İçeride polis olmadığını öğrendikten sonra, o kasklı polisler oteli terk ettiler.
Ne olduysa o sırada oldu işte. Yangın başladı, etrafı duman sardı, alevler asma katı tutuşturdu. Biz yukarı doğru çıktık. Ben orayı ikinci kat olarak biliyordum ama daha sonra mahkeme süreçlerinde, orasının birinci kat olduğunu öğrendim. Yanımda Ali Yüce, Ali Yüce’nin eşi Nimet abla ve Olgun Şensoy vardı. Ali Yüce’nin bacağı sakat. Genco Erkal’ın tiyatrosunda izlediyseniz, Genco Erkal orda, “Haydar, camı kırdı” diyor. Ben kolumla pencere camını kırdım, oradan bir hava boşluğu açtım ve nefes almaya başladık. Pencereyi tamamen açtık. Buradan gençlerin aşağı atlaması mümkün ama yaşlı başlı insanların oradan atlaması mümkün değil. Ali Yüce’ye dedim ki: “Abi, senin bacağından tutup buradan atalım.” Olgun bir bacağından, ben bir bacağından tuttum ama o elimi tutup “Önce Nimet,” dedi. Önce Nimet ablayı attık, onun üstüne Ali abiyi attık. Arkadaşların bir kısmı içeriden, otelin arka tarafındaki havalandırma boşluğuna çıkmaya başladılar. Kalabalık orada birikiyor. En sonunda Olgun’la ben de atladık. Fakat içeride arkadaşlarımızın kalmış olabileceğini düşünüyoruz. Yönlendirmeleri hep Olgun yaptı, ben ona uydum. Dedi ki: “İçeri girelim, bir çarşaf ıslatıp başımıza geçirip arkadaşlarımızın bu tarafa doğru gelmelerini sağlayalım”. “Olur” dedim. Olgun içeri girdi, çarşaf buldu, bana da verdi, ıslatıp başımıza geçirdik. Bağırıyoruz: “Bu tarafa gelin, bu tarafa gelin” diye, birkaç kişi daha çıktı. En son Olgun’la ikimiz otelden çıktığımızda, Olgun’un dumanlara dayanacak gücü kalmamış, bayılacak hale gelmişti. Ben Olgun’dan daha iyi durumdaydım.
Büyük Birlik Partisi’nin kapısı, silahla açtırılmış
Biz dışarı çıktığımızda, havalandırma boşluğunda kimse yoktu, arkadaşlarımız nereye gittiler diye birbirimize soruyoruz, nereye gittiklerini anlayamıyoruz. Orada bir partinin olduğunu, “Yanın komünistler, yanın Kızılbaşlar” dediklerini hatırlıyoruz. Yani buraya gitmeleri mümkün değil diyoruz. Yine mahkeme süreçlerinde öğrendik. Mehmet polisin, artık burada yapacağım bir şey kalmadı diye evine gitmeye çalıştığı sırada, Büyük Birlik Partisi’ni keşfetmiş ve partinin kapısına silah dayayıp açtırmış. Avukatlarımız bu polisin izini sürdüklerinde kendisini küsmüş bir halde Didim’de bulmuşlar. Onun, iyi bir güvenlik emekçisi olduğunu ve katliamdan onun sayesinde kurtulduğumuzu söyleyebilirim. Mehmet polisin, arkadaşları partiye tahliye ettiğini öğrendik. Oraya merdiven uzatmadan, o boşluğu geçmeleri mümkün değil, zaten merdiven uzatılıp geçmişler.
Olgun Şensoy, havalandırma boşluğundan oraya atlamamız gerektiğini söyledi bana. Kendisi havalandırma boşluğundan hızlandı, oraya atladı ve bayıldı kaldı o an. Olgun’dan ses gelmiyor, ayağa da kalkmıyor. Ben de atladım, onun yanına düştüm. Olgun’u sarsıyorum, sesleniyorum, ses vermiyor. Kolum kanıyor, neden kanadığını bilmiyorum. Camı kırdığım için kolumun kanadığını düşünüyorum. Bunu da sonradan öğreniyorum ki; otelin üstünden patlayan camlardan, sağ koluma cam düşmüş. Kapıya vurdum, kapı açıldı, bizim arkadaşlar orada, hepsi çıktılar. Birisi gömleğini yırttı, kolumun kanayan yerine sarıp boğum attı, kanı durdurdu. Olgun’a su verdiler, başına su döktüler, biraz kendine geldi.
“Cesetleri çıkarıyorlar, teşhis etmeye çalışıyoruz”
Daha sonra polis arabasıyla bizi hastaneye götürdüler. Hastanede, Olgun’la birbirimizi kaybettik. Orada, doktorun bana kötü davrandığını iyi hatırlıyorum. Bir iğne çıkardı, tetanos iğnesi, “Bunu vurmamız gerekiyor” dedi. Ben vurdurmadım, kâğıt imzaladım. Polisler, beni morga götürdüler, morgda ceset teşhisi yaptım. Orada semah ekibinden, yaşları benden küçük çocuklar vardı. Morgdan cesetleri çıkarıyorlar, teşhis etmeye çalışıyoruz. Edebiyatçıların büyük bir kısmını teşhis ettim. Serkan Doğan’ın kardeşi Serdar’ı morgda, semah ekibinden arkadaşlar “Abi Serdar yaşıyor, Serdar yaşıyor” diye ağlayarak haber verdiler. Gerçekten yaşıyordu çocuk. Serdar’ı hastanenin morgundan, yukarıya hastaneye çıkardılar, Serdar bugün yaşıyor. Oradan bizi yine polis otosuyla alıp Sivas Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Ailelere telefon etme imkânı sağlandı orda. Eşim çocuğu alıp eve gelip televizyonu açtığında otelin yandığını görünce “Kızım, baban yanıyor, baban yanıyor” diye ağlıyor.
Ankara’ya geldik, Sanat Kurumu’nun önünde basın açıklaması yapıldı. O zaman Dikmen’de oturuyordum, eve geldim. Evde de iki kadın oturuyor; birisi kayınvalidem birisi de benimle birlikte Sivas’a gönderdikleri lisede okuyan Sinan’ın annesi. Ortalık karışınca ben, Sinan’ı Sivas’daki akrabalarının evine gönderdiğim için o faciayı yaşamamıştı. Beni görünce bacağıma sarıldılar. Biri “Kızımı kurtardın” diğeri “Oğlumu kurtardın” diyor. Sinan’ı oradan uzaklaştırmış olmam, onun hayatta kalmasını sağladı, otelde olsaydı, sorumluluğu benim üzerimde olacaktı. Sinan liseyi bitirdi, İstanbul Hukuk Fakültesi’ni kazandı, avukat oldu. Ayrıca Sivas’a eşimle gitmiş olsaydım, bu kadar bireysel hareket edemezdim, ikimiz de orada ölebilirdik.
“Bir yere gitsem, buradan nasıl çıkarım diye gözlem yapıyorum”
- Sayın Ünal, Sivas katliamının üzerinden 31 yıl geçti. Bu olay sizin hayatınızı nasıl etkiledi, sonrasında yaşadığınız süreci bizimle paylaşır mısınız?
- Başlangıçta çok zorlandım. Sivas’ta, sevdiğiniz insanları kaybetmişsiniz. Türkiye’nin şiir yazan, yazı yazan insanlarını, türkü söyleyen ozanlarını ve ses sanatçılarını kaybetmişsiniz. Birçoğunu morgda teşhis etmişsiniz. Sivas’tan sonra bunu nasıl anlamlandıracağımı düşündüm ve uzun süre debelendim. Anlam veremiyordum. Türkiye’nin şairlerini, yazarlarını, müzisyenlerini; Anadolu’nun ortasında bir kente topladılar, bir otele doldurdular ve oteli ateşe verdiler. Benim buna aklım ermiyor, bu nasıl olabilir? Bunu anlamlandırmakta çok zorlandım. Sonra tabii kitaplara sarıldım. Sivas’a gittiğim 1993 yılında bir kitabım vardı, bugün beş kitabım var.
Şunu öğrendim: Devrimcinin mazereti olmaz, yenildiğiniz zaman kaybedersiniz, yenilgiyi kabul etmedim. Sivas’tan kurtuldum, sağ kurtuldum, yaralı kurtuldum, kolumda cam kırıkları vardı, koluma cam düşmüştü. Ama ölenlerin acısıyla yaşamak, onları sırtınızda taşımak bambaşka bir duygu; ya hepimiz ölseydik ya da hepimiz kurtulsaydık diye düşündüm. Bu kayıp, aynı zamanda benim, sizin, ülkenin kaybı diye düşünüyorum.
Sivas’tan sonra bir yere gitsem mesela bir nikâh, bir düğün törenine gitsem, bir olay olsa, buradan nasıl çıkarım diye gözlem yapıyorum. Bu travma bende yaşıyor, travmayı yenemiyorsunuz sadece ona alışıyorsunuz, onunla yaşamaya alışıyorsunuz.
Metin Altıok: Biz burada ölürsek sağ kurtulanlar, ölenlere şiir yazacak
-Hayatınızın yangından önce ve yangından sonra olmak üzere iki farklı dönemi olduğunu, sağ kurtulanların da bir bedel ödediğini söyleyebilir miyiz?
- Çok ağır bir bedel, sorumluluk duygusu da çok ağır. Metin Altıok o otelde: “Biz burada ölürsek sağ kurtulanlar, ölenlere şiir yazacak” dedi. Nasıl yazacaksınız bu şiiri, bu şiiri yazmak kolay bir şey mi? Tüyleriniz ürpere ürpere yazacaksınız. O acıyı sürekli yaşayarak, hissederek yazacaksınız. Çağdışı vahşetin şiddetini hissederek, her gün biraz daha yanarak öleceksiniz. Herkes ölecek sonuçta ama siz o acıyı her gün yaşaya yaşaya öleceksiniz. Kalanın işi daha zor aslında. Her gün, azar azar yanarak ölüme yaklaşıyorsunuz.
“Acı, ülkenin gidişatı iyiye yönelik olursa hafifler”
- Yangının üzerinden geçen 31 yıl boyunca, kendinizi sağaltmak için nasıl bir yöntem buldunuz?
- Yazarak ve okuyarak kendimi sağaltmaya çabaladım, daha çok da okuyarak… Cumhuriyetin temellerinin atıldığı bir kent olan Sivas’ta; Türkiye’nin düşünen, yazan, okuyan, düşünce üreten insanlarını bir otele topladılar ve yaktılar. Bunu, beyninizden silmeniz mümkün değil. Acı nasıl hafifler? Acı, ülkenin gidişatı iyiye yönelik olursa hafifler. Bu kadar kaybımız oldu ama biz, şunları, şunları başardık. Artık bu ülkede, bir otele insanlar toplanıp yakılmayacak, bu ülkede insan hakları var, demokrasi var, hukuk var, adalet var diyebiliyor muyuz? Diyemiyoruz, diyemediğimiz için de hâlâ yanmaya devam ediyoruz. Yanmaktan kurtuluş yok, yani azar azar her gün biraz daha yanıyoruz. Bunu çevremdeki insanlar daha kolay hissediyorlar. Eşiniz, çocuğunuz, sizi iyi tanıyan insanlar: “Senin yüzünde yanık izi var, sen alevlerin içinden çıkmışsın” diyorlar.
-Sivas’ta yakılan insanların yakınları çok büyük acılar çektiler ve çekmeye de devam ediyorlar. Bunlar arasında görüştükleriniz var mı?
- Avukat Şenal Saruhan’ın, 2 Temmuz’un yıldönümünde bir televizyon kanalında yaptığı konuşmaya denk geldim, şöyle söylüyordu: “Ya arkadaşlar, burada 35 canımızı kaybettik ama dışarıda da canlarımız var, kurtulan canlarımız var, bunların nasıl ve ne durumda olduklarını hiç soruyor muyuz? Bu travmalarla nasıl yaşadıklarını sorguluyor muyuz? Yaşamlarını nasıl devam ettiriyorlar, neyi aştılar, neyi aşamadılar haberimiz var mı?”
Sivas’ta ölenlerin yakınlarıyla görüşüyorum. En yakından görüştüğüm Kamber Çakır’dı. Kamber abiyi her gördüğümde Belkıs aklıma geliyordu. Zaten kızın yüzü de babasına çok benziyordu. Kamber abi, evlat acısına dayanamadı ve öldü. Ben onun nasıl yaşadığını bir şair yüreğiyle gözlemledim. Daha yaşardı Kamber abi, kızının acısına dayanamadığı için öldü. O süreci içselleştirerek, bağrına vura vura öldü.
“Bu coğrafyanın, bu toprakların insanları; hem toplumsal hem de bireysel çok acılar çekmişler”
Şimdi şöyle bir şey var: Bu coğrafya, inanılmaz bir coğrafya, Türkiye haritasına uzaktan baktığınız zaman, dünyanın gözbebeği gibi görünüyor. Türkiye haritasının şekli göz gibi. Dünyanın gözbebeğinden bunca insan gelip geçmiş, imparatorluklar gelip geçmiş, bu topraklardaki insanlar ne zulümler görmüş. Ben Sivas’a giderken, içimde Pir Sultan’ın büyülü sesi vardı. Bu kentte asılmış bir halk ozanının sesini duya duya gittim. Arkasından, Mustafa Kemal gibi gerçek bir devrimcinin, Sivas’ta Cumhuriyetin temellerini attığını gördük, yaşadık. Sloganlara bakın: “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak” inanılır gibi değil. Bu coğrafyanın, bu toprakların insanları; hem toplumsal hem de bireysel çok acılar çekmişler. Anadolu’daki XIII. yüzyıl Türk aydınlanmasına bakın: Hacı Bektaş, Ahi Evran, Yunus Emre inanılmaz şeyler yaşamışlar. Ahi Evran gibi bir örgütçü, Moğollar tarafından vur emriyle aranıyor ve eşi, Ahi Evran öldükten sonra Hacı Bektaş’a sığınıyor. Biz bu insanların öyküleriyle büyüdük, onların öykülerini içselleştiren şiirler yazdık.
“Madımak Oteli’nin bir utanç müzesine dönüştürülmesinden yanayız”
- Beş şiir kitabınız var. O kitapları yazarken ne tür duygular içindeydiniz?
-Öncelikle şunu söyleyeyim: Çok uzun bir süre arkadaşlarımın içine çıkamadım. Edebiyat dünyasından uzaklaştım. Çünkü kendimi sorumlu hissediyordum. Otelin içindeki insanları çıkarmaya çalıştık ama “Niye biz onları kurtaramadık?” duygusunun ağırlığını uzun süre aşamadık. Yananların aileleri dediniz, ailelerin yanına gitmekte tereddüt ediyorsunuz çünkü “Niye sen değil de benim evladım” diyeceklerini düşünüyorsunuz. Bu ailelerin içinde, bunu diyecek insan yok ama siz böyle düşünüyorsunuz. Olayın ne suçlusu ne de sorumlusu değilken, kendinizi sorumlu hissetme düşüncesinden alıkoyamıyorsunuz. Bu düşünce kuşatıyor sizi, ele geçiriyor. Sonra sonra işte arkadaşlar çağırdıkça, yavaş yavaş aralarında olmaya başladım. Sivas’tan sonra iki tane kitabım çıktı. “Yüzümdeki Nehir” ve “Gelseydin O Gün”. “Gelseydin O Gün” nehir şiir ve bu kitabım iki ödül aldı. Birisi “Nurullah Arısoy Şiir Ödülü,” Nurullah Arısoy Ödülü, bir anlamda Türk dili ödülüdür. Çünkü Arısoy, iyi bir Türk dili uzmanıdır. Diğeri de Kuşadası Eğitim Vakfı’nın ve Sağlık Emekçileri Sendikası’nın (SES) ödülüdür. Sağlık Emekçileri Sendikası, başlangıçta bu ödülü Behçet Aysan anısına düzenlemişti. Ondan sonra Türk Tabipler Birliği’ne devretti. Bunu Türk Tabipler Birliği, Behçet Aysan Ödülleri adı altında devam ettirdi, hâlâ da devam ediyor. Her yıl, katılımcı şairlerimizden birisine, Behçet Aysan Şiir Ödülü veriliyor. İsminin yaşatılması bence çok önemli. Metin Altıok adına da ödül düzenleniyor. Bu şekilde onların ismi yaşatılmış oluyor.
Toplumsal yapı; demokratik kitle örgütleri, Pir Sultan dernekleri, Alevi kuruluşları çok ısrar etmelerine rağmen Madımak Oteli’ni bir utanç müzesine dönüştüremediler. Buna hep karşı çıkıldı. Biz Madımak Oteli’nin bir utanç müzesine dönüştürülmesinden yanayız, bunu istiyoruz. 2 Temmuz 1993’de bu çağdışı olay, burada yaşandı. Bir daha böyle bir olayın yaşanmaması için buranın gösterilmesi, tanıtılması, basında, medyada buna yer verilmesi lazım. Düşünün, Sivas felaketinden sonra 1993 yılında doğan bir çocuk bugün 31 yaşında ve Sivas’ta yaşananları bilmiyor, bunu ancak ailesinden öğrenebilir. Biz bu olayı unutturmamaya çalışıyoruz. Ben şimdi davet edildiğim her yere; gidebildiğim, yetişebildiğim kadar gitmeye gayret ediyorum. Pir Sultan derneklerinden çağırıyorlar; yaşadığımız olayın, vahşetin boyutlarını anlatmaya çalışıyorum ki unutulmasın. Yarın biz de öleceğiz, bu gelecek nesillere aktarılsın ki bir daha böyle bir vahşet yaşanmasın.
-Sivas faciasından sağ kurtulan bir şair olarak, kurumsal ya da bireysel olarak hiçbir yerden bir yardım ya da destek gördünüz mü?
-Hayır, hiçbir yerden ne psikolojik bir destek ne de başka bir destek görmedim.
-Sayın Ünal, benim sormadığım sizin söylemek istediğiniz bir sözünüz var mı?
- Benim söylemek istediğim tek şey şu: Bu ülkede insanların özgürce düşünce üretebilmesi, düşündüklerini yazabilmesi, konuşabilmesi, şiir okuyabilmesi, sanatın, edebiyatın gelişmesi. Çünkü sanat ve edebiyat, insanın vicdanıdır, içidir. Gelecek nesiller, bunları okuyarak, bizden öncekiler ne yazmışlar, ne yaşamışlar, ne yapmışlar diyerek bir üst aşamaya geçebilirler. Ama bunlar aktarılmazsa, bizden sonraki nesiller aynı kısır döngüyü yaşayıp gitmeye devam ederler. Bunların konuşulup anlatılması, aynı hatalara tekrar tekrar düşülmemesi, aynı şeylerin tekrar tekrar tezahür etmemesi, dileğimiz bu.