Bir bayram sabahı…
Yusuf KANLI Kıbrıs Türk halkından bahsedildiğinde, özellikle günümüz Türkiye siyaset dünyasında, sanki dini duyguları noksan bir halk önyargısını görürüz, üzülürüz. Meşhur sözdür...
Yusuf KANLI
Kıbrıs Türk halkından bahsedildiğinde, özellikle günümüz Türkiye siyaset dünyasında, sanki dini duyguları noksan bir halk önyargısını görürüz, üzülürüz.
Meşhur sözdür, imanın ve paranın kimde olduğu belli olmaz dense de, biz bizi biliriz, dindarımızı, ateistimizi deistimizi olduğu gibi para kimde, borç kimde onun da farkındayız. Dile gelmiyorsa bu hususlar anlatılması zor yaşaması zevk ve onur duyulası derin bir kültürdendir. Namaz, niyaz kul ile yaradan arasında, varlık ise bir elin verdiğini diğer elin görmemesi gerektiği bir anlayışla perdelenmiş nezakettendir. Yoksa elbette Kıbrıs Türkü de bilir muktedirlerin Cuma namazlarında gittikleri camilere, namazgahlara süper lüks araçlarla gitmeyi, güya cepten düşmüş gibi ayak ucuna kartvizit bırakmayı. Her şey, bu arada dindar görünmek de, gösteriş için mübah, değil mi?
ÖVÜNMEK GİBİ OLSUN, GÖNYELİLİYİM
Daha önce de yazdım, benim çocukluğumun geçtiği eski Gönyeli mahallesinde, neredeyse birkaç yüz adımda bir bar, meyhane ya da lokanta vardı. Çocukluk yıllarımda ne lahmacun fırını vardı, ne de pide ya da döner alışkanlığı. Kebap vardı elbet, şeftalisi, köftesi, şişi, tavuğu, karışığı… Ayrıca golakası, bullezi, molahiyesi, börülcesi, gömeç salatası… Ama daha önemlisi o barlar, meyhaneler, lokantalar ve hatta avcı kulübü ya da kahvehaneler Türk Mukavemet Teşkilatı garnizonlarıydı adeta. Ya nöbette, ya ne iş tutuluyor ise işte ama çoğunlukla yaşlılar ve çocuklar hariç tüm erkek nüfus ya meyhanede, ya da mevzide idi o yıllarda.
Hep söylerim, övünmek gibi olsun, benim doğup büyüdüğün Gönyeli özel bir yerdi. Rumların Girne’ye gidip gelirken ancak BM korumasında geçebildikleri Kıbrıs Türk yerleşkesi Gönyelili olmak övünülesi bir olaydı. Şimdi de belediyesiyle, halkıyla Gönyeli gurur duyulacak bir kent oldu.
YAŞAYAN KAHRAMANLARIN ÇOCUKLARIYDIK BİZ
O kahramanlar hiç övünmezlerdi, ama birbirleri için ölürler, birbirlerinin geride bıraktıklarına kendi yavruları gibi kol kanat gererlerdi. “Grento” idi benim kahraman babamın lakabı, Ali’nin oğlu Yusuf’un oğlu Tünay. Niye Kanlı soyadını tercih etti rahmetli Yusuf dedem bir başka zamanda anlatırım. Ama ilk gençliğimde, o zaman daha e-mektup icat olmamış hatırlayacaksınız mektup diye bir şey vardı. Az utanç yaşamadım benim mektupların dedem Yusuf Kanlı’ya verilmesinden. Nur içinde yatsın.
Neredeyse her konunun serbest konuşulabildiği bir toplumda, kızlarla erkeklerin arkadaşlığının hor görülecek, saklanacak bir durum olarak algılanmadığı bir toplumda ahlaki değerler o kadar önemli ve anlamlı idi ki birisine emanet edilen namus can pahasına korunmalı, ihanet durumunda da toplumdan dışlanmak göze alınmalıydı. Nişanın ardından, mesela, genç damadın valizi alıp kız evine taşınması, erkeğin ve kızın gerek çeyiz gerekse ev inşaat parası biriktirmek için ailenin maddi imkanlarına bağlı olarak bazen yıllarca süren beraber ama ayrı hayatlarda hata yapmama, tehlikeli yaklaşmama sözünü tutabilmeleri ada dışından bir arkadaşa anlatabilmek pek mümkün olmaz herhalde. Ama o dönem aynı zamanda “adamlık” testi idi. Elbette o sınavdan çakan olmuştur ama konu hep aile içerisinde kapatılmış, elaleme malzeme olunmamamaya çalışılmıştır kanımca.
CAMİYE GİTMEK, MUZAFFER KOMUTAN GİBİ
Bizim mahallenin camisi her bayram inananlarla dolardı. Nasıl camiye gidilmemesi inançsızlık olarak algılanmıyor ise, kimse kimseye “Bak ben de geldim camiye” deme ihtiyacı duymazdı. Ama, küçük erkek çocukları için camiye gitmek, hele dedenin ya da babanın elini tutarak gitmek, “Artık ben de büyüdüm” demenin ilanı gibiydi.
Altı yaşımdaydım herhalde. Bütün gece yağmur yağmıştı. Gönyeli’nin yolları şimdiki gibi değildi. Her taraf delik deşik, kaldırım olmadığından sanki dans eder gibi çamurlu su adacıklarına düşmemeye çalışarak yürüyebiliyorduk.
Cami avlusuna Waterloo’da Napolyon’a galip gelmiş general gibi bir hisle girmiştim. Yıllar sonra gerek babamı, gerekse de annemi ebediyete uğurlarken nedense aynı büyüklükte görmediğim o cami avlusu o gün bana ne ihtişamlı görünmüştü? Gerçi birkaç ay sonra ilkokula da aynı camide başladığımda da avlunun çocuklara yetmediğini görmüştüm; neyse ki arka sokak o zaman çocuklar için fiili oyun alanı hizmetini görüyordu.
YAŞAMAK NE GÜZEL
Bayram namazından sonra o zamanlar hemen camiden ayrılınmaz, ileri gelenler özellikle benim gibi küçüklere bayramlık verir, “yaşlılar” bayramlaşırlardı. Her şey göreceli. Düşünüyorum da o zamanlar en yaşlılar altmışlarında olanlardı… Yani şimdinin ikinci gençliğini yaşayan grup o dönemde “yaşlı” sınıfındaydı. 70’i, 80’i bulan kişi sayısı çok da yoktu o yoksulluğun sıradan olduğu, herkesin bir şeyler için kahraman olmaya hazır olduğu yıllarda.
Hep söylerim, ben de 16 yaşına kadar falan Kıbrıs Türk halkının onur ve varolma savaşında ölmeye hazırdım. Sonra? Kaybedecekler birikti, doğrusu yeni dönemin ikinci gençliğindeki Yusuf olarak sadece yaşamak ne güzel be kardeşim diyorum.
Daha yedi aylık ikiz torunların serçe parmaklarıma sıkı sıkıya tutunmaları var ya, işte öyle sarılmalı hayata, sevgiyle, hasretle.
AİLE NE İMİŞ?
Bayramlaşma sonrası şimdi çok özlemini çektiğim bir geleneğimizi yaşatıyorduk o yıllarda her bayram. Bütün aile önce ailenin büyük oğlu babamın evinde toplanıyor, hep beraber dedemin evine gidiyorduk. Kocaman bir aile yürüyüşü. Önce aile büyükleriyle bayramlaşılıyor sonra elde ne varsa onun yansıdığı zengin bir sofrada tüm aile hep birlikte şen şakrak yemek yer, ortak konulardan, gelecekten, planlardan bahsederdik. Kenetlenmiş aile ne demekmiş, canlı bir örnek idi o yemekler.
Önce dedem, sonra ninem ebediyete yürüdü. Dede evi kapandı. Her şey anılarda kaldı. Nurlarda yaşasınlar.
İyi bayramlar dilerim.