Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı ile Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümlerinde çalıştıktan sonra emekli olan Prof. Feyzan Erkip, alışılagelmiş yayınların dışına çıkarak 30 yıllık mesleki gözlemlerini derlediği “Bilkent’te 30 Yıldan İzlenimler” adlı blog kitabı ile ülkemizin prestijli eğitim kurumlarından Bilkent Üniversitesi özelinde eğitim ekosistemine ışık tutuyor. “Bir Üniversite Blogu” platformu üzerinden dijital olarak okuyucuya ulaşan Erkip, öğrencilerden akademisyenlere, yönetim sistemlerinden mekanlara kadar eğitim yuvalarındaki öğrenme becerileri, teknoloji kullanımları, sosyal bilimler, saygınlık, standartlaşma eğilimleri konusundaki gözlemlerini paylaşıyor.
NAZ AKMAN
ANKARA- Bilkent Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı ve Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı Bölümlerinde 30 yıl boyunca akademik kariyerini sürdüren ve 2019’da emekliye ayrılan Prof. Feyzan Erkip, İletişim Yayınları tarafından basılan “Piyasa Yapmanın Yeni Yüzleri: AVM’ler, Sokaklar, Kentler” adlı kitabından sonra geçtiğimiz aylarda üç yıllık çalışma sonucu derlediği “Bilkent’te 30 Yıldan İzlenimler” adlı blog kitabını okuyucuyla buluşturdu. Günümüzde her alanda etkisini sürdüren dijitalleşmeyi blog kitap yazı dizisi ile yakalayan Erkip, “Bir Üniversite Blogu” platformu aracılığıyla okuyuculara yeni bir okuma deneyimi de sunuyor. Hiç şüphesiz Türkiye’nin prestijli eğitim kurumları arasında yer alan ülkemizin ilk vakıf üniversitesi olan Bilkent Üniversitesi, dünya üniversiteleri sıralamasındaki yerini koruyarak dünya eğitim ligindeki varlığını sürdürüyor. Üniversitedeki çeyrek asrı aşkın deneyimlerini blog aracılığıyla aktaran Erkip bu anlamda saygın eğitim kurumları, eğitim politikaları, öğrenci akademisyen ilişkileri, öğretme becerileri ve eğitime dair tüm düşüncelerini yansıttığı çalışmasıyla bizleri 30 yıllık bir Bilkent zaman tüneline çıkarıyor. Erkip ile “Bilkent’te 30 Yıldan İzlenimler” adlı blog kitabına dair söyleştik.
Erkip, “Yapıcı eleştiri ve tartışmanın olumlu gelişmeye katkısı olacağına inanıyorum”
Başlangıçta söz konusu içeriği kitap aracılığıyla okuyucuyla paylaşmayı planladığını ifade eden Erkip, son yıllarda yaşanan salgın, ekonomik kriz, deprem gibi faktörlerin kanal arayışında aksaklıklara neden olduğunu, sonuç olarak dijital çağda okuyucuya ulaşmanın önemli araçlarından olan blog üzerinden okuyucuya hitap ettiğini ifade etti. Deneyimlerini ve düşüncelerini aktarmadaki en önemli nedenlerinden birinin yapıcı eleştiri ve tartışma kültürüne katkı sunmak olduğunu belirten Erkip, “Deneyimlerin paylaşılması gerektiğine inananlardanım. Bunu iki yönden önemsiyorum; birincisi eleştiri geleneğimizin hiç olmaması. Ülkemizde eleştiride bulunmak kötü bir şeymiş gibi algılanıyor. Akademisyen çevresinde de durum böyle. Türk insanı eleştiri konusunda alıngan, hassas, rahatsızlık duyabiliyor. Yapıcı eleştiri ve tartışmanın olumlu gelişmeye katkısı olacağına inanıyorum. Bu gelenek özellikle akademik çevrede gelişmelidir. Dolayısıyla böyle bir eleştiri geleneğine katkı sağlamak istedim. Bir diğer yön ise Bilkent’in Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden biri olması ve elbette benim de burada edindiğim 30 yıllık bir deneyimi gözlemlerimle aktarmak istemem. Sonuç olarak 30 yıl içinde dünya değişti, gençler, akademisyenler, eğitim anlayışı değişti. Bu değişime ne kadar ayak uydurabildik, üniversiteler ne durumda buna içeriden bir bakışla değinmek istedim. Bilkent benim için akademik bir konu olmaktan ziyade, sorumluluğum olarak düşündüğüm ve yazmaya karar verdiğim bir konu oldu. İçime sinecek şekilde bu kanal aracılığıyla kitabımı yayınladım. Kendimce sorumluluğumu yerine getirmiş oldum” dedi.
“Öğrencilerimizi yetişkin bireyler olarak görmüyoruz”
Blog kitabında anlamlı öğrenme, öğretme becerisi, dersin ilgi çekici kılınması, yasakların yarar sağlama olasılığı, zorlama olmadan eğitimin yapılması, ezberin bozulması, teknolojinin kötüye kullanımı ve bunun önlenmesine yönelik başlıklara genişçe yer veren Erkip, eğitim sisteminin niteliği ve etkililiği üzerine, “Öğrenme sisteminden bir uygulamayı kaldırmak gerekseydi bu devam mecburiyeti olurdu. Eleştirel düşünce çokça vurgulanan bir nitelik, saygın bir üniversitenin olmazsa olmazları arasında sayılıyor. Bunun öğrencilere ne kadar kazandırıldığını anlamak içinse işleyişe bakmak gerekiyor. Bağımsızlık ve çözümleyicilik için de aynı şekilde. Kanımca, bugünün Türkiye’sinde ve belki dünyada da bunlar gerçekleşmiyor, çünkü yetişkin olduğu varsayılan üniversite öğrencileri yetişkin değil. Bunun sorumlusu da aileler ve aile gibi davranan kurumlar. Öğrencilerimizi yetişkin bireyler olarak görmüyoruz. Onlar oy kullanabilen, iradesini ortaya koyabilen kişiler. Derse gelip gelmemeleri konusunda hesap sormak, imza almak ne kadar etkili? Hocaların görevi polislik değil. Düzen yasaklarla sağlanmıyor, zamanla baskı ortamları oluşuyor o durumda da öğrenciler kurallara uymuyor. Devam mecburiyeti uygulamadığım bir dersimden örnek vermek istiyorum, öğrenciler sorumluluklarını yerine getirdiler, ödevleriyle, katkılarıyla bunu yerine getirdiler. Dünya değişiyor, öğrenme sistemi gelişiyor, öğrencilerin beklentileri değişiyor. Elbette her taleplerin karşılanması beklenmez ama bazı yasakların uygulanması konusunda üniversitelerin düşündüğü çözümler derinlemesine kalıcı öneriler değil. Ezbere dayalı sistemin dışında daha interaktif yöntemler geliştirilmeli. Öğretme metotlarıyla ilgili yenilikçi çözümler üretilebiliyor, ancak bunlar çok teknik odaklı çalışmalar, belki biraz içerik odaklı yeniliklerin yapılması gerekebilir. Düzeni sağlayan şey üniversite hayatının çekici kılan unsurlardır. Yoğun dersle yüklü programlar öğrencilere ne kadar yardımcı oluyor? Üniversiteler sadece eğitim yerleri değil, aynı zamanda sosyal, kültürel yaşam yerleridir” dedi.
Gençlere tavsiye, ‘sizi seçeni seçin’
Üniversite çağındaki gençlere ve ailelerine yönelik önemli önerilerde bulunan Erkip, “Öğrencilerin algısı ve saygısı onların her istediğini anında yaparak değil, ancak kurumsal ilkelere bağlı kalarak sağlıklı bir şekilde gelişebilir. Çocuğunu kendi ayakları üzerinde duracak şekilde yetiştirmeye çalışan ailelerin ve severek yapacağı bir meslek edinmeyi amaçlayan gençlerin varlığına olan inancımız sürüyor. Onlar da sistem karısında çaresiz hissettikleri pek çok durumla karşılaşıyorlar. Üniversitelerde meslek seçim yaşının erken olduğunu düşünüyorum. Deneyimlerim bana insanların kendileri için en uygun yolu bulmalarının belli bir zamanı olmadığını gösterdi. O yüzden meslek seçimi konusunda gençlere ‘sizi seçeni seçin, henüz bilmiyorsanız okurken mutlu olacağınız bölümü seçin’ diyeceğim. Ebeveynlere de ‘çocuğunuzu bu seçimi konusunda dinleyin ve ciddiye alın’ diyebilirim ancak. Yaşanacak olan onun hayatı, önünde sadece puanı tutuyor diye yaptığı işi sevmediği, mutsuz geçireceği yıllar olmasın” diye konuştu.
Bilkent’teki akademisyenlerin eğitim açısından görece özgür olduğunu belirten Erkip devamla, “Bilkent’te akademik personelin zaman yönetimi açısından göreceli özgürlüğü var, derslerini ve üstlendikleri diğer görevleri aksatmadıkları sürece öğretim elemanlarının sürekli ofislerinde olmaları beklenmiyor. Türkiye’deki memur zihniyetiyle işleyen birçok üniversiteyle karşılaştırılırsa bunun önemi daha fazla anlaşılır. Bilkent’te yükseltme ölçütleri içinde en önemli yeri tutan yayın beklentisi dışında bir baskı yaşamadım” ifadelerine yer verdi.
Üniversitelerin saygınlığı, uluslararası standartlar
Kitapta yer alan eşitlik ayrımcılık, saygınlık/ saygın eğitim kurumları, yöneticilerin sınavı başlıklarına da dikkati çeken Erkip, kaliteli uluslararası standartlarda bir eğitim modeline ilişkin ise şu görüşlere yer verdi:
“Kanımca, üniversitelerin tanıtımında sürekli vurgulanan saygınlık kavramı üstünde biraz durmamız gerekiyor. Saygın kurumlar arasında ABD’nin önde gelen üniversiteleri Stanford, Harvard, MIT, Princeton, Berkeley, vs. gösteriliyor. Ülkemizin ekonomik ve toplumsal koşullarından bağımsız olarak, aynı nitelikte kurumların burada da oluşacağını düşünmek iyi niyetli de olsa, fazla iddialı bir hayal. Nitekim, Bilkent bugün saygın bir üniversite olarak birçok ülkede tanınsa da yukarıda adı geçen üniversitelerle yarışacak düzeyde küresel değil. Onlarla yarışması da gerekmiyor. Bunun üzerinde durmak gerekiyor, çünkü bu fazla iddialı olma hali, üniversitenin başarılı olmasına katkı yapsa bile, başarının asıl nedeni o değil. En iyi üniversitelerin bile daha iyi, daha az iyi olduğu konular ve alanlar var, yani her bilim dalı için aynı üniversiteyi örnek almak doğru değil, bu konudaki temel yanılgı, karşılaştırmaların sadece mühendislik ve fen bilimleri ağırlıklı yapılmasından kaynaklanıyor. Bilim ve bilgi üretiminin önemli kaynaklarından birisi olan üniversitelerin standartlaşması bir yandan yaratıcılık ve yenilikçilik beklentisini köreltirken, bir yandan da rekabetçi sistem içinde çok önem verilen ‘saygınlık’ iddiasına gölge düşürüyor. Üniversitelerin bilim sıralamasındaki yeri, bilimsel katkıları, puanlama sitemleri gibi teknik ölçütlerin varlığını kabul ediyoruz ama sunulan mekanlar, ilişkiler, eşitlik anlayışı da önemli. Eğitimci değilim, mimar da değilim, ama bir üniversite kurumunda o mekanlarda 30 yıl yaşadım. Öncelikle sistem kurucuların köklü bir sistem sağlaması uygulayıcıların da bunu benimsemesi gerekiyor. Kalite ve uluslararası ölçütler ne kadar güvenilir? Çünkü her ülkenin ürettiği bilim aynı değil. Bu anlamda sosyal bilimler iki türlü ikinci sınıf sayılıyor; birincisi üniversitenin kendi içinde fen bilimlerine karşı, ikincisi de dünyada Doğulu/Batılı olma konunda. Dolayısıyla sosyal bilimciler akademik kariyerde çok fazla mücadele veriyor.”
“Deneyimler birikmiyor”
“Değişen her şeyle birlikte kendimiz de değişiyoruz, değişmeliyiz. ‘Hiç değişmeyen’, bununla övünen insanlardan değilim, ancak değişikliklerin özgün ve ilkeli bir omurga etrafında olmasını önemsiyorum ve öyle değiştiğimi umuyorum. Değişiklik ve tutarsızlık çok farklı kavramlar; bu blogta bunlara benzer birçok kavram hakkında görüşlerimi paylaşmaya çalıştım diyen Erkip son olarak kurumsallık ve ilkelere bağlılık ekseninde değişimi değerlendirdi. Erkip özetle şöyle konuştu:
“Bilkent Üniversitesi, 30 yıl önce Doğramacı Ailesi tarafından kurulduğunda yönelişi kurum olmaktan yanaydı, sonradan dönemsel etkilerle kurumsal niteliğinden taviz vermeye başladı. Uzun akademik hayatım boyunca en fazla şikayetçi olduğum konulardan birisi, bir değişiklik için karar alınınca hemen o andan ve herkesi kapsayacak biçimde uygulanması oldu. Böyle olunca, kazanılmış haklar hiçe sayılmış oluyor, ‘nasılsa bu da değişir’ diye kurallara boş vermek kolaylaşıyor, daha kötüsü de deneyimler birikmiyor. Burada, adil davranmak adına, üniversiteleri bağlayan bu yeniliklerin büyük kısmının YÖK’ün icadı ve dayatması olduğunu da eklemem gerekiyor. Yöneticilerin, her sorunu tekil ele alarak ve fazla zaman harcamadan bir an önce gündemlerinden çıkarmak istemesi nedeniyle, benzer durumlarda izlenecek yollar ve yöntemlerle ilgili bir birikim oluşmuyor. Sürecin hızı ve çoğunlukla başkalarına danışılmadan karar alınması nedeniyle yazılı bir birikim ve aktarım da olmuyor. Benzer durumdaki kişilere farklı davranılarak eşitlik bozuluyor, şeffaflık ve güven azalıyor. Ayrıca, her yönetim değişikliği ile yeni bir öğrenme süreci başlıyor ki, bu da bir kurum için gereksiz bir zaman kaybı. Kurumlar bir gün içinde değişime uğramamalı, sistemler kısa süre içinde değişmemeli. Bir üniversitenin verdiği eğitimin niteliği üstüne sürekli düşünüp çalışması gerekli, bu süreç olabildiğince dış etkilerden bağımsız yürütülmeli ve eğitimin kalitesini arttırmak üzere yapılmalı. Değişim sindirilen bir süreç olmalıdır. Hayatınıza giren değişimi her yönüyle sindirmek de zorunluluk değil, sadece tutarlı ve yararlı gelen kısmını uygulayabilirsiniz.”
Kitabın detaylarına ulaşmak isteyenler “biruniversiteblogu” sitesini ziyaret edebilirler.