Gazeteciler Cemiyeti tarafından Avrupa Birliği desteğiyle yürütülen Demokrasi için Medya/Medya için Demokrasi (M4D) Projesi kapsamında, bu hafta “Gazetecilik ve gazeteciler beyaz perdede nasıl anlatılıyor?” başlıklı söyleşi düzenlendi. Gazeteci Yıldız Yazıcıoğlu’nun moderatörlüğünü üstlendiği etkinlikte, gazeteci Barışkan Ünal “Under Fire” film gösterimi öncesinde mesleğin beyazperdedeki temsiliyeti üzerine açıklamalarda bulundu. Ülkemizde 1950-1980 yıllarına damgasını vuran Yeşilçam döneminin gazeteciliği konu alan veya baş kahramanın gazeteci olduğu filmler üzerinden değerlendirmelerde bulunan Ünal, özellikle Amerikan sineması örnekleri üzerine de yorumlarda bulundu. “Sinemada Gazeteciler: Anlatılar, Arketipler ve Mitler” kitabının yazarı olan Ünal, sinema ve gazetecilik alanında bugüne kadar yayınlanan 12 makale ve kitap çalışması üzerinden konu hakkında önemli tespitlerde bulundu.
Nikaragua'da 1979 yılında Somoza rejiminin devrildiği Sandinist Devrimi sırasında bir foto muhabirinin, deneyimli bir gazeteci-yazar ve bir başka gazeteci arasındaki gazetecilik mesleği ve etik ilkeler tartışmasının anlatıldığı “Under Fire” filminin gösteriminden önce katılımcılara önemli bir perspektif sunan Ünal, ülkemizde 1965 yılından neredeyse günümüze uzanan beyazperdedeki gazeteci tiplemesini anlattı.
Yeşilçam’da gazetecilik nasıl işleniyor?
İlk dönemlerinde Hollywood etkisinde kalan Yeşilçam’ın azımsanmayacak düzeyde gazetecilere yer verdiğini belirten Ünal, “Arşiv taraması yaparken özellikle 1965 yılına kadarki yapımları incelemeye çalıştım çünkü o ilk dönemlerde sinemada gazeteci imajı kuruluyor. Bu anlamda kadın gazetecileri de ayrıca ele almaya çalıştım. Türk sinemasının gazetecileri bir yandan Hollywood’unkine benziyor, bir yandan ayrışıyor. Türk sinemasında gazeteci tiplemesi dramaya, aksiyona renk katması için veya ana karakterin işini kolaylaştırmak için kullanılıyor. Bu nedenle filmin içinde gazeteci olsa da filmin gazetecilikle ilgili değil. Gazetecileri dedektiflere benzeten bir tipleme var. İlk gazeteci tiplemesi kadın olsa da diğerleri genellikle erkek ve çapkın. Dolayısıyla gazetecilerin kaleminin gücü değil, çapkınlığı veya iş bitiriciliği işleniyor. Bu dönemde gazeteciler Türk sinemasında parasız gösterilirken, Hollywood yapımlarında ise gazeteciler elit, orta-üst sınıf olarak işleniyor. Türk sinemasındaki bu ilk imgeler aslında çok da güzel değil. Ancak 1960’larda toplumsal film akımıyla birlikte birkaç yönetmenin farklılaşan filmleri var ki o içeriklerde gazeteci halkı savunan ve bunun için gerçekleri ortaya çıkaran bir imgeyle karşımıza çıkıyor” dedi.
Gazetecilik mesleğinin ve dolayısıyla gazetecilerin güven duyulmayan gruplar arasında yer almasında sinemadaki anlatıların etkisini de değerlendiren Ünal, “Bunda Yeşilçam’dan ziyade Amerikan sineması ve onun etkisindeki filmlerin etkisi var. Amerikan sineması 1907’den bu yana gazeteci imgesini güçlü bir şekilde kullanıyor. Bir akademisyen, gazetecinin temel imajının tekeline Hollywood sahip diyor, çünkü bir müddet sonra gerçek gördüğünüz gazeteci, her hafta televizyon dizisi veya sinemada izlediğimiz gazeteci iç içe geçiyor. Bu güvensizlik sadece gazeteciliğe değil birçok sektöre karşı var. Tekrarlanan imajlar zihnimize kazınmaya başlıyor” diye konuştu.
Hollywood’un gazeteci tiplemesi
Hollywood’daki ilk örnekleri de değerlendiren Ünal, bu alanda yapılan akademik çalışmalarda iyi/kötü gazeteci ayrımının yapıldığına dikkat çekerek, “Gazetecilik filmlerine bakarken işi yapış biçimine göre filmler bizi nasıl ele alıyor buna bakmaya çalıştım. Bu anlamda ana karakteri gazeteci olan ve tamamen gazetecilikle ilgili olan filmleri taradım ve asıl gazeteci imgesini kuran 1930 yapımı olan senaristlerinin de gazeteci olduğu ‘Baş sayfa’ filmini inceledim. Burada gazetecinin hem olumlu hem olumsuz yönlerini bir araya getirerek sunan bir gazetecilik tiplemesi var. İlk dönemler çetrefilli bir gazeteci imgesi başlıyor. Ardından 1940’larda Amerikan siyasetinin etkisini görüyoruz ve ikinci dünya savaşının olduğu bu dönemlerde bir kahramana ihtiyaç var ve gazeteci de bir kahraman olarak görülüyor. 1950’lere gelince ise gazetecilik alanındaki kurumsallaşma-holdingleşme süreçleriyle gazeteciliğe yönelik eleştirilerin dozu artmaya başlıyor. Yani Hollywood o savaş dönemi yarattığı kahraman gazetecilikten eleştirmenliğe dönüyor. 1970’ler Hollywood’unda ise gazetecilerin bir yandan halka ideal gazetecileri hatırlatmaya çalıştığını görüyoruz. 1980’lerde yine savaş muhabirleri revaçta ama kahraman değiller, ya manipüle eden ya da edilen karakterlere dönüşüyorlar. 2000’lerde ise gerçek gazetecilik hikayelerine yönelik artışın fazla olduğunu görüyoruz” analizinde bulundu.
Filmler medya patronlarını eleştiriyor mu?
Beyaz perde de gazetecilerin yanı sıra medya patronlarının işlenme biçimine de değinen Ünal, “Özellikle Amerikan filmlerinde basını eleştiren-yücelten filmler yapılsa da ilginç bir şekilde günün sonunda basın ile özel sektör sahipliğinin birlikte gidebileceği basının özgür olmasının özel sektör sahipliğinden çok gazetecinin basın meslek ilkelerini uygulayıp uygulamamasıyla ilgili sorunmuş gibi bağlandığı filmler görüyoruz. Patronları eleştiriyor gibi görünen filmlerin sonunda bile kötü gazeteciliğin gazetecinin ilkelere uymamasından kaynaklandığı gösteriliyor. Filmler günün sonunda liberal basın mantığının altında yatan özel sektör sahipliği ile kamunun çıkarları arasındaki çatışmayı bir nevi azaltmaya çalışıyor” ifadelerini kullandı.
“Gösterme şekliniz söylemi belirler”
Sinemada iyi-kötü gazeteci tiplemesinin harmanlandığını ifade eden Ünal, “Klasik Hollywood anlatısında karakter iyi işler yaparsa zafere ulaşır hata yaparsa yenilgiye uğrar ve kötü karakterdir. Hollywood’da gazeteci baş kahraman olarak ele alındığında hem iyi kahramanlar var hem de kötü gazeteciler var. Ancak bunun yanı sıra Amerikan sineması ve Hollywood’da iki farklı anlatı daha var. Gazeteci ne kadar idealist olursa olsun işini ne kadar iyi yaparsa yapsın günün sonunda kaybeden bir gazeteci imge ile ne kadar kötü olursa olsun günün sonunda kazanan gazeteci var. Bu bir klasiktir aslında, filmler bizlere karakterler veya kahramanlar sunarak aslında mesaj veriyor. Seyirciye mesajlar veriliyor ve sinema salonundan düşünerek çıkmanızı istiyorlar. Felaket ön görüleri sunarak sosyal sorunlara dikkat çekmeye çalışıyorlar. Son olarak basın veya gazeteciler insanları doğrudan neyi düşünmeleri gerektiği konusunda bir yönlendirmede bulunmaz ancak seçtiğiniz anlatı tarzı, açınız nasıl düşünülmesi konusunda bir gösterge oluşturabilir. Gösterme şekliniz söylemi belirler. Gazeteciler olarak geçmiş zamanların günümüzdeki hikâye anlatıcısıyız, farkımız gerçeklerin hikayesini anlatmak” dedi.