Haber: Ahmet Çağatay Bayraktar
Aile kavramı Türk toplum yapısının önemli yapı taşlarından birisi. Zaman zaman bireyin bile önüne geçebilen aile, kişinin yaşamla olan ilişkisinin önemli simgelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Fakat yetişkin bireyler için durum değişiyor. Özellikle günümüzde tartışılagelen kuşak farklılıkları sosyo kültürel anlamda kişinin ebeveynleriyle olan ilişkisini de doğrudan etkiliyor. Bu zıtlık ise en çok metropollerde yaşayan kişilerin bayram nedeniyle yaptıkları aile ziyaretlerinde ortaya çıkıyor. Bayramda paylaştığı tweette kendi yaşamını kurmuş birinin aile ziyaretinde sorunsuz geçen en uzun sürenin genellikle 72 saat olduğunu paylaşan Klinik Psikolog Şule Öncü, özellikle disfonksiyonel ailelerde ziyaret bu süreyi aştığında çatışma çıktığını; öfke, hüsran, sıkışmışlık, anlaşılmamışlık, kaçma isteği ve bu duygulara bağlı olarak gelişen suçluluk ve vicdan azabı duyulabildiğini belirtti.
Klinik Psikolog Şule Öncü'nün sosyal medya hesabından yaptığı paylaşım yaklaşık 1 milyon kez görüntülendi.
“Doğaya aykırı şekilde çocukları koruyoruz”
Türk toplumdan bireylerin “yetişkin olma” sürecinde genellikle sınıfta kaldığını söyleyen Öncü, Türkiye’de ailenin sosyo kültürel olarak çocuğu yutan, bırakmayan bir yapıya sahip olduğunu söyledi: “Türkiye’de hem bireysel terapide, hem de çift ve aile terapilerinde en sık karşılaştığımız durumlardan biri; görünüşte yetişkin olan bireyin aslında doğumunun gerçekleşmemiş olması. Şöyle ki; çocuğun 18-36. aylar arasında anneden ayrışması ve ergenlikte aileden ayrışıp bireyleşmesi, iki sembolik doğum gibidir. Bizde genellikle bu doğumlar sekteye uğrar ve doğal koşullarda 18. aydan 25 yaşa kadar süren ayrışma, bireyleşme, yetişkin olma sürecinde yani “büyüme işi”nde sınıfta kalırız. Sosyo kültürel olarak çocuğu tutan, yutan, bırakmayan bir aile yapısı söz konusu. Zamanı geldiğinde farklılaşmasına, kendisi olmasına, kendi işlerini yapmasına, kendi seçimlerini yaşamasına izin vermiyoruz. Aynılığı ve sürekli bir arada olmayı doğaya aykırı da olsa korumaya çalışan, iç içe olmaktan çıkamamış bir toplumuz.”
Sorunlar aile kurunca açığa çıkabilir
İç içe aile yapısının ekonomik gerekçelerle avantajlı görülse de psikolojik etkilerinin olumsuz olduğunu belirten Öncü, çocukluktan yetişkinliğe yaşanan sorunları şu şekilde sıraladı: “Bu dezavantajlar birey aile içindeyken ‘normal’ kabul edilir, bastırılır ve görmezden gelinebilirken, aynı birey kendi yaşamını ya da kendi ailesini kurup yetişkin ruhsallığına ve işlevselliğine ihtiyaç duyduğunda, özellikle de ebeveyn olduğunda açığa çıkar. Kendi özgün benliğini doğuramamış olmak ve köken aile içinde sıkışıp kalmışlık hali, kuşaktan kuşağa aktarılan çok büyük bir sorun oluşturur.”
“Çocuklarını benimsememiş ebeveynler var”
Kişinin sembolik anlamda iki doğum yaşadığını belirten Öncü, sembolik doğumun gerçekleşmemesinin sadece kişiyi değil çevresini, hatta evleneceği kişiyi dahi etkileyebileceğini söyledi: “İki yaşındaki sembolik doğum gerçekleşmediyse bireyde kişilik patolojileri gelişebilir. Ergenlikteki sembolik doğum gerçekleşmediyse bireyin yetişkin potansiyeli, duygusal düşünsel yatırımı ve yaşam enerjisi köken ailede ipotekli kalır. Böyle biriyle evlenmek demek; ortak yaşama, büyümek için ödenmemiş bedellerle yani büyük borçlarla başlamaktır. Ve tabii kıyasıya bir çekişmeyi de göze almak gerek. Köken aile evlenen evladını yeni gelen ‘yabancıya’ yani eşe ve onun ailesine ‘kaptırmamak’ adına içine çekerken, eş de ondan kendisine yetişkin bir partner yapabilmek için kendine doğru çeker. Bazı ender durumlarda çekişmeyi eş ‘kazanır’ ve doğum geç de olsa gerçekleşir; bazı durumlarda eş çekmekten vazgeçer ve bireyi ailesine bırakır; pek çok durumda ise eşin de doğumu gerçekleşmemiştir, o da kendi köken ailesinin içinde kalır; olan çocuklara olur. ‘Benim annem babam bize yakın olamadı, onun asıl yakınları annesi, babası, kardeşleri, akrabalarıydı’ diye gözyaşı döken o kadar çok danışanım oluyor ki.” Öncü, çocuk ve ergenlerin ilerleyen yıllarda sorun yaşamaması anlamında 18. aydan itibaren çocuğun büyüyüp özgürleşmesi, bireyleşmesi, farklılaşmasına izin verilmesi gerektiğinin altını çizdi.
Değişime kapalı olmak çözümü engelliyor
Öncü, yetişkin bireyin köken ailesi ile ilgili sorunlarını aile içinde konuşarak çözebilmesi için bazı koşulların sağlanması gerektiğini vurguladı: “Öncelikle gerçekle yüzleşmek, sorunun varlığını idrak ve kabul etmek, sorunu çözmek ya da gidermek için değişmeye, gelişmeye bazen uzlaşmaya talip ve muktedir olmak gerek. Bütün bunlar işlevsel bir ego, bütünlüklü bir kişilik ve eyleme geçme cesareti gerektirir. Bu nitelikler, maalesef her bireyde mevcut değildir. Çatışmalı ya da kopuk, toksik, disfonksiyonel aileler kurmuş olan ebeveynlerde genellikle kalsifiye olmuş yani kireçlenip katılaşmış kişilik problemleri, değişime, gelişime kapalı oluş, içe çekilme, agresyon ya da pasif agresyon ve yaşama korkusu söz konusudur. Bu koşullarda ebeveynle olan sorunu ebeveynle konuşarak çözmek ya da gidermek mümkün olmayabilir.” Öncü, köken ailenin bireyde yarattığı olumsuz etkiye karşı yapılabilecekleri sıraladı: “Taşımak istemediği duygusal yükleri bırakmak, ebeveyn tarafından atandığı rolleri iade etmek yani ebeveynin ebeveyni, eşi, sırdaşı, arkadaşı, terapisti olmayı reddetmek olabilir. Giderek ana babaya dönüşmeye direnmek ve fakat bunu tepkisel bir şekilde onlar ne yaptıysa tam tersini yaparak değil, kendi otantik benliğine yerleşerek yapmak olabilir. İçgörü ve öz farkındalığını arttırmak, kendi istek ve ihtiyaçlarının farkında olmak ve talep etmek olabilir. Psikoterapi, bu nitelik ve yetilerin kazanımında ve geliştirilmesinde büyük katkı sağlar.”
Ekonomik koşullar bireyselliği etkiliyor
Özellikle pandemi sonrasında artan enflasyon, konut üretiminin azalmasıyla kiraların katlanması başta olmak üzere yaşanan ekonomik sorunlar tek yaşayan bireylerin ve öğrencilerin aile evlerinde yaşamaya başlamasına neden oldu. Öncü, bu durumun depresif duygu durumuna yol açabildiğini söyledi: “ Örneğin, üniversiteyi başka şehirde okumuş, iş bulamayınca ya da yalnız yaşamaya geliri yetmeyince aile evine dönen gençlerde depresyon bulgularına çok sık rastlarız. Birey özgürleşmişken başladığı yere döner çünkü, özerk yaşam düzenine geçemez. Özellikle ailede sistemik problemler varsa durum daha da zorlaşır. Geleneksel yapıda özellikle kadınsanız köken aileden ancak evlenerek çıkılır. Bu töre, hem ilk sorunun yanıtında açıkladığım iç içelikle, hem dini ve ahlaki belirlenmişliklerle, hem de kapalı sistemik toplumsal yapı gereği ‘yabancı’ya, ‘öteki’ne güvenememekle ilgili. Kadınlar üzerindeki “Yalnız yaşayamazsın!” baskısında namus meselesi de belirleyici. Ancak kadınlarla ilgili önemli bir bulgu var ki; kadınlar erkeklere oranla yalnız yaşamda daha işlevsel, daha hoşnut daha sağlıklı olabiliyorlar. Bu bulgu, yaşama bağlılıkla ilgili olduğu kadar öz disiplinle, kendi işlerini yapmakta yetkin oluşla da ilgili. Kadınlara küçük yaştan itibaren ev düzeninin sağlanmasında daha fazla sorumluluk verilir, bu da her alandaki işlevselliği destekler.”
Köken aile ile uyumlu yaşamak mümkün
Yetişkin bireylerin tekrar ebeveyniyle yaşamasında anne ve babaların büyük sorumluğu olduğunu ekleyen Öncü, ebeveynlerin çocuklarının yetişkinliğini sindirmesi gerekliliğini ifade etti. Öncü, ebeveynlerin küçük yaştan itibaren çocuklarını özgür yetiştirmesi gerekliliğini hatırlatarak çocuğun büyürken gerekli sinyalleri verdiğini ekledi: “Çocuk büyüme sürecinde neye hazır olduğunun sinyallerini verir; ayakkabısını kendisi giymekten tutun, arkadaşlarıyla tatile çıkmaya kadar. Ebeveyn, bu sinyalleri çok iyi okumalı, desteklemeli ve çocuğa kendi seçimlerini yapması ve kendi başına eyleme geçebilmesi için özgürlük tanımalı, hareket alanı açmalı. Çocuğun gelişimine göre pozisyon almak ve gerektiğinde geri çekilmek, ebeveyn reflekslerine gem vurmak, çocuk yetiştirirken olduğu kadar yetişkin evlatla aynı mekânı paylaşırken de gerekli. Ancak bu koşullarda; yani ebeveyn evladının yetişkinliğini içine sindirebilen, kendi hayatını yaşamasına izin veren, olgun ve olgunlaşmayı destekleyen bir yapıdaysa, yetişkinin köken ailesiyle uyum içinde yaşaması mümkün olabilir. Bu durumda ev arkadaşlığı formunda sürdürülebilir bir denge kurulabilir. Anlaşmazlıklar, uzlaşmazlıklar, sürtüşmeler ortak yaşamda illa ki olacaktır ancak bu durumlarda ortaya çıkabilecek olumsuz duyguların idrakinde ve kabulünde olunursa, bu duygular yüzünden kimse kimseyi suçlamazsa, çatışmasız mesafe ayarı daha kolay yapılabilir.”