Raporu kaleme alan Avrupa Birliği Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor ise uzaktan bağlantıyla T24’e yaptığı açıklamalarda raporun son senelerdeki Türkiye raporlarından çok da farklı olmadığını, bu sebeple Erdoğan’ın tepkisinin kendisini şaşırttığını ifade etti.
Üyelik süreci ile Türkiye-AB ilişkilerindeki diğer başlıklarının birbirinden ayrı tutulması gerektiğini vurgulayan Amor, ilişkilerin “gerçekçi bir çerçeveye oturtulması” ve bu kapsamda daha gerçekçi hedeflerin belirlenmesi gerektiğini belirtiyor. Konuşulan başlıklardan en öne çıkanlar ise Gümrük Birliği ile vize serbestisi. Türkiye’nin vize serbestisi için hala karşılaması gereken 6 kıstas olduğunu bir kez daha hatırlatan Amor, bunlardan Terörle Mücadele Kanunu ve veri koruması ile ilgili olanın özellikle önemli olduğunu vurguladı. Türkiye’de terörün kapsamının çok geniş olduğunu ve bunun değişmesi gerektiğini vurgulayan Amor, “AKP’nin ve hükümetin bir bölümünün söylemlerine bakarsak, ülkenizin yarısını teröristler oluşturuyor!” dedi. Schengen kararının arkasında siyasi bir gerekçe olmadığını bir kez daha savunan Amor, vize serbestisinin tamamen sağlanmasından önce Erasmus öğrencileri başta olmak üzere çeşitli gruplara vize kolaylığı sağlanması gerektiğini belirtti. Öte yandan Amor, Polonya ve Macaristan gibi üyelerin AB değerlerine uyum sağlamakta zorlandığına dikkat çekerek, “artık aşı olduk” diye benzetme yaptı ve AB’nin sadece olgun demokrasilere açık bir “kulüp” haline geldiğini belirtti. Amor, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin 2004’te AB’ye tam üye olması ve kararlarda rol oynaması nedeniyle, Türkiye’nin AB’yi Kıbrıs sorununda “dürüst bir arabulucu” olarak görmemesine hak verdiğini belirtti. Amor’un T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle… "Erdoğan'ın tepkisi beni şaşırttı"- Raporunuzun Avrupa Parlamentosu Genel Kurulu’nda kabul edilmesinden kısa süre sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Gerekirse AB ile yolları ayırabiliriz” dedi. Bu açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biraz şaşırdım, çünkü bu raporun içeriği geçen senekilerden pek farklı değil. Bu tepki bu raporla mı ilgili yoksa Türkiye-AB ilişkilerindeki diğer başlıklarla ilgili mi bilmiyorum ama raporun içeriği geçen seneki raporlarla çok benzer. Bu yüzden şaşırdım. "Biz Polonya ve Macaristan örnekleriyle aşımızı olduk, AB'ye girmek için olgun demokrasi olmalısınız" - Rapora tepki sadece Cumhurbaşkanı’ndan gelmedi. Dışişleri Bakanlığı da raporun üyelik müzakereleri açısından “Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden canlandırılması için bir fırsat penceresinin açıldığı” bir dönemde yayımlandığını ifade etti. Sizce üyelik müzakerelerini tekrar canlandırmanın bir yolu var mı? Yoksa bu sürecin ölü sayılabileceğini mi düşünüyorsunuz? Rapor sert olsa da AP üyelik müzakerelerini sonlandırmayı 460 oyla reddetti… Türkiye’de halkın, yöneticilerin ve siyasi aktörlerin AB üyelik sürecini Türkiye-AB ilişkilerinin geri kalanından ayırması gerekiyor. Kamuoyunda bu iki şeyin karıştırıldığını görüyorum. Üyelik süreci, kurallara dayalı, normatif bir süreçtir. Üye olmak isteyen her ülke belli standartları karşılamak zorundadır ve bu pazarlığa veya müzakereye açık değildir. Üyelik sürecinin merkezinde insan hakları, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler vardır; yani üye olacak ülkenin olgun bir demokrasi olması gerekir. Biz, hala bir demokrasiler kulübüyüz. AB üyesi olmaktan söz ederken, demokrasinin ve hukukun üstünlüğü başlıklarının üzerinde ekseriyetle durulur. Bazen kafa karışıklığı görüyorum, bu bilinçli mi yaratılıyor bilmiyorum. Türkiye’ye bir komşu, bir müttefik ve bir partner olarak ihtiyacımız var diye insan hakları ve hukukun üstünlüğü konusundaki beklentilerimizden geri adım atmamız beklenemez. Böyle bir şey olmayacak. Üyelik sürecinin merkezinde olan insan hakları, hukukun üstünlüğü ve özgürlükler konusunda Türkiye’de son yıllarda hiçbir iyileşme görmedik. Bunun tersine bu alanlarda ciddi anlamda geriye gidiş gözlemledik. Öte yandan, ilişkilerin diğer tarafı konusunda konuşabiliriz. Türkiye’yle vize serbestisi, gümrük birliği, göç, dış politika ve Türk vatandaşları için programlar konusunda konuşabiliriz. Bu üyelik sürecinin dışında kalan, Türkiye-AB ilişkilerinin diğer bölümüdür. Bir aday ülke olarak Türkiye’den söz ederken, onlardan beklentimiz giderek prensip ve değerlerimize yaklaşmasıdır. İlişkinin öbür tarafında tabii ki birçok farklı konuyu ele alabiliriz. Ben ısrarlı olarak diğer AB kurumlarına üst düzey temasları tekrar başlatmaları için çağrı yapıyorum. Başından beri diyorum ki, Gümrük Birliği’ni konuşurken aynı zamanda insan hakları ve demokrasi başlıklarını da ele alabiliriz. Birçok konuyu konuşabiliriz, ama bu üyelik müzakereleriyle karıştırılmasın. Türkiye’deki siyasi elitler, demokrasi ile yollarını ayırdı. Biz, AB üyeleri olarak demokrasinin kurumallaştığı, olgunlaşmış demokrasiler istiyoruz. Neden biliyor musunuz? Çünkü biz Polonya ve Macaristan örnekleriyle aşımızı olduk. Tekrar bunu yaşamak istemiyoruz. Kulübe girmek istiyorsanız, olgun demokrasi olacaksınız. "Türkiye 100 sayfalık reform planı yollamamalı, reform yapmalı" - “İlişkiler için gerçekçi ve alternatif çerçeve” derken söz ettiğiniz bu mu? Mevcut durumda taraflar Türkiye’nin üyeliğinin bir hayal olduğunu kabul edip, hem AB’nin hem Türkiye’nin çıkarına olacak başlıklara mı odaklanmalı? Kişisel olarak Türk temsilcilere ısrarlı olarak verdiğim mesaj şu: Üyelik sürecini hayatta tutmak istiyorsanız ona göre davranın. 100 sayfalık planlanan rapor dosyası göndermeyin, gerekli adımları atın. Savcılara ifade özgürlüğüne karşı dava açmamalarını söyleyin. Avrupa İnsan Hakları Bildirisi’ne uyulmalı. Konu reform planı hazırlamak değil. Türkiye hükümeti, üyelik müzakereleri sürecini hayatta tutmak için onlardan beklentilerimizi çok iyi biliyor. Öbür tarafta gerçekçilikten söz ediyoruz, çünkü üyelik süreci uzun süredir durmuş durumda. Benim gözümde işlevsiz bir hal almaya başladı. Çünkü üyelik sürecini teorik olarak hayatta tuttuğumuzda, alternatif bir çerçeveyi ciddi şekilde oluşturamıyoruz. - Diğer taraftan AB-Türkiye ilişkileri varlığı boyunca hep zorlu süreçlerden geçti. Sadece Türkiye’deki demokratik gerileme veya sığınmacı sorunundan söz etmiyorum. AKP iktidarından önce de ilişkilerde sorun da vardı. AB’nin Türkiye’nin üyeliğini istemediği fikri hep Türkiye’de yaygındı, hatta bazı uzmanlar AB’nin her zaman konuya ‘eşitler arası bir ilişki’ olarak yaklaşmadığını da düşünüyor. Türkiye’nin mevcut olarak Kopenhag ve Maastricht Kriterleri’ne uymadığı bir sır değil. Ama sizce mevcut güven krizinde AB’nin de büyük bir rolü yok mu? Güven sorusu, durumun merkezinde. Ama güveni nasıl sağlayabileceğimiz sorusuna dönmek isterim. Türkiye’deki ‘Avrupa yorgunluğu’nun farkındayım. Bu beklentileri yönetmenin ne kadar zor olduğunu anlıyorum. Tabii ki bazı ülkelerin Türkiye’yi birliğe alma konusunda çok istekli davranmadığını söyleyebiliriz. Fakat Türkiye gerekli şeyleri yapsaydı, isteksiz davranan ülkelere gerekçe bırakmayabilirdi. Türkiye demokrasisini geliştirse, kurallara uygun davransa, bazı fasılları kapatabilise; isteksiz ülkeler üyeliğe karşı çıkmak için bir gerekçe bulamayacaktı. Biz Türkiye’ye adaylık statüsü verdik. Türkiye’nin üyeliğini istemeyen ülkeler şu anda mutlu, çünkü hukukun üstünlüğü ve insan hakları konusunda Türkiye ilerleme kaydetmiyor. Dolayısıyla bir gerekçe sunmaları gerekmiyor. Durum tam tersi olsaydı bu ülkeler Türkiye’nin üye olmaması için bir gerekçe sunamayacaktı. Polonya ve Macaristan’ın demokrasisinin olgunlaşmadan alınmasının AB için bir ders olduğunu söylediniz. Kıbrıs sorunu raporunuzda önemli bir yer tutuyor, ayrıca bu AB-Türkiye ilişkilerinin de ana başlıklarından biri. Kısa bir süre önce Eski Britanya Dışişleri Bakanı Jack Straw* yazdığı bir makalede “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni** AB’ye almak bir hataydı” dedi. AB’nin 2004’te verdiği bu üyelik kararının donmuş çatışmanın çözülemez bir soruna dönüşmesinde rol oynadığını düşünüyor musunuz? Üyelik ile birlikte Güney Kıbrıs’ı barışa teşvik edecek daha az neden kalmış olmadı mı? Kıbrıs konusunun, adada garantör olan Türkiye için ne kadar hassas olduğunu biliyorum. Geçmişte iki tarafın da hataları olduğunu biliyorum ancak biz Avrupa Birliği olarak Birleşmiş Milletler’in pozisyonuna uymalıyız. Bizim duruşumuz budur. Bu sebeple sorunun BM’nin oluşturduğu çerçevede çözülmesine doğru ilerleme sağlayacak herhangi bir formata destek veririz. Türkiye son zamanlarda bu çerçeveden uzaklaşarak ‘iki devletli çözüm’ çağrısı yapmaya başladı. Türkiye ‘iki devletli çözüm’ çağrısı yaptıkça, adadaki Türk toplumu Türkiye’nin bir parçası gibi gözükmeye başlıyor. Bunun temeli ne bilmiyorum. Türkiye’nin adadaki varlığı bir garantör olarak önemli bir şey tabii ki. AP’de Kıbrıslı birçok mesai arkadaşım var, onlar da ülkelerinin görüşlerini savunuyorlar. Bu da önemli, çünkü örneğin Gümrük Birliği’nin tüm AB ülkeleri tarafından kabul edilmesi gerekiyor. Siyasi irade olursa, her zaman bir çözüm bulunur. Tabii taraflar tekrar birbirlerine güven kazanmalı." Söyleşinin devamını okumak için tıklayınız.