Yusuf Kanlı
Avrupa Birliği’ne tam üyelik başvurusunu yaparken rahmetli Turgut Özal baş konulan yolun “uzun ince” ve hatta “yokuş yukarı” olacağının, ama Türkiye’nin kararlılıkla bu süreci tamamlamaya azimli olduğunu vurguluyordu. Gerçekten de hem “uzun ve ince” hem de “yokuş yukarı” bir yol olduğunu geride bırakılan on yıllar ispatladı. Bugün, bırakın AB’ye üye olmayı, görüşme sürecinin tamamen askıya alındığı, üyelik perspektifinden hiç bahsedilmeyen bir durum AB üyelik süreci.
İşin daha da kötüsü, bir yılda 101 bin vize ile seyahat eden Türk vatandaşlarının AB ülkelerine iltica ettiği, iltica talebi reddedilen 38 bin vatandaşımızın da Türkiye’ye kabul edilemediği çok ciddi bir durumla karşı karşıyayız.
Kendine özgü ilişkiler
Gelinen noktada ister Ankara’dan isterse de Brüksel’den, Paris’ten, Amsterdam’dan veya herhangi bir diğer Avrupa başkentinden konuya bakılır ise artık “kendine özgü” bir statüde Türkiye-Avrupa ilişkileri. Ne askıda, ne sona ermiş, ne var ama ne de yok gibi bir durum hakim. Avrupalıların da Türkiye’nin de farklı nedenlerle gömmeye yaklaşmadıkları ama herkesin artık öldüğünü kabul ettikleri ve gelinen aşamada ilişkilerin ruhuna uygun bir tanım gerekir ise, Türkiye’nin AB’ye üye olma süreci “sonsuz bekleme salonunda.”
Artık genişleme raporlarında Türkiye’den bahsedilmesine gerek duyulmuyor. Çok sonra genişleme planlarına giren ülkeler süreçlerini tamamlayıp AB’ye katılırlarken, Ankara ile çeşitli nedenlerden artık görüşme süreci devam ettirilemiyor. Devam etmeyen bir sürecin de devam ediyor veya az bir süre sonra devam edecekmiş gibi raporlara dahil edilmesi ihtiyacı da duyulmuyor.
“Kendine özgü ilişki” sahibi olmak kulağa çok hoş gelse de, eğri oturup doğru konuşalım, aslında “farklı” ve hatta “eğreti” bir durumdan bahsettiğimiz anlaşılmalı. Herkesten farklı demek, doğrusunu söylemek gerekir ise, normal olmayan, daha da acısı, anormal olan anlamına gelmiyor mu? Elbette bakış açısı önemli ama, yalın gerçek bu. Türkiye-AB ilişkileri artık sadece “anormal” kavramı ile izah edilebilir duruma geldi.
Türkiye’nin önemi
Bayram süresince Ekonomim gazetesi yazarı ve Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu üyesi Zeynep Gürcanlı arkadaşım ile birlikte Brüksel ve Amsterdam’da Türkiye-Avrupa ilişkilerini ele alma, yetkililerle görüşme imkanı bulduk. Birincil amacımız elbette Gazeteciler Cemiyeti ifade ve basın özgürlüğü çalışmalarıyla ilgili işbirliği imkanlarını araştırmak, bu faaliyetlere destek olanları bilgilendirmek idi. Ancak, görüşmelerde aynı zamanda Türkiye-AB ilişkilerini de konuşmak, AB yetkililerine Türkiye’yi yok saymak, dışlamak, Rusya’ya ve otokratik kampa itmek yerine “oyuna dahil etmenin” yararını vurgulamak gerekti.
Hani “hastasıyım” diye tanımlanan hayranlık duygusu var ya, birçok vatandaş gibi ben de Nuri Bilge Ceylan’ın eserlerini takdirle izleyenlerdenim. Özellikle 2008’de en iyi yönetmen ödülünü kabul konuşmasında Cannes’de söylediği, boğazlarımızda düğümlenen “tutkuyla sevdiğim yalnız ve güzel ülkeme bu ödülü adamak istiyorum” sözünü AB dış ilişkiler yetkilileri ve Avrupa parlamenterleri ile görüşürken ne kadar çok sık hatırladığımı anlatamam.
Bu görüşmelerde, Türkiye’yi dışlamanın ne kadar ciddi sonuçlar doğurabileceğini vurgulayarak en azından “aile” fotoğraflarında dışişleri bakanının, cumhurbaşkanının yer almasının ne kadar yararlı olacağını, Ankara’daki otokratikleşme sapmasının giderek kemikleştiğini, halbuki gerek dünya coğrafyasındaki konumu gerekse de günümüz siyasi-ekonomik konjonktüründe Türkiye’nin bizatihi Avrupa siyasi, ekonomik ve enerji güvenliği açısından önemini vurguladık.
Hangi Türkiye
Ukrayna savaşı, Gazze’deki katliam, dün Irak, bugün Suriye gibi görünse de yarın ne olacağı belli olmayan Ortadoğu’daki kaygan ve tehlikeli zemin, Doğu Akdeniz gazı gibi gelişmeler Avrupa gıda, enerji ve siyasi güvenliği açısından Türkiye’nin önemini ortaya koyuyor. Zaten Avrupa’da da Türkiye’nin güvenliği ve vazgeçilemez olduğu konusunda bir konsensus var. Ancak, hangi Batı dünyası için vazgeçilemez olan hangi Türkiye? Doğrudan ve tek kişiye indirgenmiş cevap alınabilmesi diplomatik nezaket açısından pek mümkün olmayan bu sorunun cevabının ne olduğunu daha net anladık bu ziyaretimizde. Brüksel’de Ankara’daki otokratik konsolidasyondan en az Türkiye’deki çoğulcu ve katılımcı demokrasiye inanan geniş halk katmanları kadar memnuniyetsizlik ve hatta umutsuzluk duyulduğunu söylemek doğru olacaktır.
Savrulan güzel ülkem
AB yetkililerinin odalarından bakıldığı zaman, 22 yılı aşkın Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarında, özellikle cumhurbaşkanlığı yönetim şekline geçilmesi ardından yoğunlaşan, öngörülmesi imkansız bir ülke olma özelliği nedeniyle Türkiye’ye yönelik ciddi bir “güvensizlik” duvarı yükseldiğini görmemek mümkün değil. En önemli konularda bile “flip-flop” yani “tersyüz” olabilme ihtimalinin çok yüksek olduğu, üstelik her U-dönüşün “sıradan” görülebildiği bir bürokrasi ve kamuoyu oluşturma mekanizması, demokrasilerde sıklıkla yaşanılan “tribün baskısı” olayının Türkiye’de gereksiz ve anlamsız olması “hayranlık” uyandırsa da, aynı zamanda “bugün dost olmak, yasaların uygulanması garantisi almak, yarın işler kötü gitmeyecek, şahsım hukuku bize karşı da kullanılmayacak garantisi değildir” yorumlarını da besliyor.
Yargıyla ilgili çok ciddi endişelerin gereksiz ve anlamsız olduğunu söyleyebilmek elbette ki mümkün değil. Yargıyla ilgili endişeler giderilmeden de savrulan Türkiye ekonomisinin doğrudan yatırım yoluyla sağlam bir çıpaya bağlanabilmesi, sağlıklı ve belki nihayette tek sıfırlı enflasyona ülkeyi taşıyacak bir duruma evirilmesi pek de kolay olmayacaktır.
Kuvvetli mesajlar işe yarar mı?
Son zamanlarda AB başkentlerine Ankara’dan gönderilen kuvvetli adli bir reform yapılacağı yönündeki kuvvetli mesajlar ilgi uyandırsa da Türkiye’deki denge/denetleme sisteminin ciddi eksikliği, olanın da siyaset kurumu karşısında çok önemli kırılganlığı, atılacak adımların anlamına ipotek koymakta. Şöyle ki, Türkiye “reform yapılsa ne sonuç alınabilecek ki? Nihayette normalde daire başkanının tek başına verebileceği sıradan bürokratik kararları bile Cumhurbaşkanlığı Külliyesi karar vermek zorundaysa, Hazine Bakanı kabinede en kuvvetli bakan olsa ne kadar önemli olabilir?” karamsarlığını atlatmanın yollarını bulmak zorunda.
Elbette, görüşme sürecinin başlayabilmesi için gerekli siyasi iradenin gerek Avrupa liderleri arasında gerekse de Türkiye liderliğinde olmadığı değerlendirmesi de durumu kötü yapan etkenlerden en önemlilerinden.
Anti-terör yasası engeli
Bu günlerde Türkiye’de sıklıkla “Gümrük Birliği Artı” ve “vizesiz seyahat” gündemde yerini korusa da her iki alanda da ciddi ve temel sıkıntılar var. Bunların aşılabilmesi imkansız olmasa da çok ciddi zorlukların aşılması gerekiyor.
Gümrük Birliği artı, veya genişletilmiş ve yenilenmiş bir gümrük birliği aşamasına geçilebilmesinin temel sıkıntısı Türkiye yargısının oldukça kötü durumu gibi bir algı olsa da eş önemdeki ikinci başlık ifade ve basın özgürlüğü başta olmak üzere Türkiye’nin Kopenhag temel kriterleri açısından ciddi bir gerileme içerisinde olması. Bir diğer önemli başlık, ki neredeyse AB ile ilgili tüm sorunlarda da kendisini hissettiriyor, anti-terör yasalarının demokratikleştirilmesi, evcilleştirilmesi. Basın özgürlüğü dahil her alanda Türk yargısını ciddi şekilde sıkıştıran, adaletsizlik feryatlarını kuvvetlendiren ve uluslararası adalet kavramına rahmet okutan anti-terör yasası içeriğinin değiştirilmesi konusu oldukça uzun bir dönemdir hep gündemde. O kadar konu Türkiye ve AB arasında ele alınmış ki, siyasi iradenin yeşil ışık yakması durumunda teknik açıdan metin olarak yasa taslağı hazır durumda.
AB yetkilileri Türkiye’de bu konuda adım atma yönünde “siyasi irade” olmadığı iddiasında. Görüştüğümüz Türk yetkililer ise AB ile görüşülen ve teknik ekipler üzerinde mutabık kalınılan yasa değişiklik önerisinin siyasi irade açısından o gün de şimdi de uygun ve kabul edilebilir bulunmadığını vurguladılar. Bu alanda gümrük birliğinin Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yönelik olarak da uygulanması şartı var ama bu konunun bir şekilde aşılabileceği beklentisi hakim.
Göç, iltica talepleri
Öte yandan vizesiz seyahat konusunun yakın zamanda çözülebileceğinin iddia edilebilmesi olası görünmüyor. İddia edildiği gibi anti-terör yasasındaki anti-demokratik hükümler elbette ki ciddi bir engel. Ancak mevcut sıkıntıların önemli bir de güncel sebebi var. Sadece son bir yılda 101 bin Türk vatandaşının turist vizesi ile veya az miktarda da olsa kaçak olarak, AB ülkelerine seyahat ettikten sonra siyasi iltica talebinde bulunmaları. Doğal olarak AB ülkelerinin vizelerin kaldırılmasına bakışında böyle bir imkan yaratılır ise yüz binlerce Türkiye vatandaşının Avrupa’yı istilası endişesinin olmadığını söylemek mümkün değil. Nitekim çoğu parlamenter ve AB bürokratı da ciddi endişe doğuran bu duruma işaret ettiler.
Öte yandan son dönemde iltica talepleri reddedilen sadece Almanya’dan 38,000 Türk vatandaşının “Türkiye’ye iade” edilmeleri işleminin de Ankara tarafından teamülleri de dışlayarak kabul edilmemesi de ayrı ve acı bir durum.
11 milyondan, bazı iddialara göre çok daha da fazla, mülteciye kucak açan bu “yalnız ve güzel ülkenin” kendi vatandaşlarını almayı reddetmesinin mantığını anlamak elbette ki mümkün değil.