Bundan bir yıl önce, merkez üsleri Kahramanmaraş'ın Pazarcık ve Elbistan ilçeleri olan, 7 virgül 8 ve 7 virgül 5 büyüklüğünde 9 saat arayla yaşanan iki büyük deprem, Adana, Adıyaman, Diyarbakır, Gaziantep, Hatay, Kahramanmaraş, Kilis, Malatya, Osmaniye ve Şanlıurfa’da büyük yıkıma yol açtı. Resmî rakamlara göre en az 50 bin insanımız yaşamını yitirdi, 100 binden fazla yurttaşımız yaralandı. İki büyük deprem ve 50 bine yakın artçı sarsıntı milyonlarca insanının yaşamını alt üst etti. 35 binden fazla bina yıkıldı, 300 bine yakın bina ağır hasar gördü, 14 milyon kişi felaketten doğrudan etkilendi. Afetin ardından 2 milyondan fazla yurttaşımız barınma sorunu yaşadı, en az 5 milyon kişi farklı bölgelere göç etmek zorunda kaldı…
Dile kolay, yukarıda sözünü ettiğimiz bu rakamlar Avrupa’da orta ölçekli bir ülkenin tamamına denk geliyor. Felaketin bir başka boyutu da insanların evlerinden, yurtlarından olmalarının yanı sıra işlerini, gelirlerini de kaybetmeleri. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), felaketin ardından 650 binin üzerinde çalışan yurttaşımızın geçim olanaklarını kaybettiğini açıkladı. Peki bu ağır tabloya karşın bir yılda ne yapıldı? Sayıları henüz 50 bine ulaşmayan konut yapabildik! Söz verildiği gibi kalan 300 bin küsur konut nerede? Bu yıl olmadı seneye inşallah, depremzede kardeşlerimiz bir yıl daha sıksın dişini!
17 Ağustos Gölcük depreminde olduğu gibi, yine bir olup, beraber olup bu badireyi de atlatıp, yaraları bir şekilde sararız, ama bu kez süre daha uzun olacak. Felakete yol açan ihmaller zinciri, hatalar belki bir yere kadar anlaşılabilir ancak Saadet Grubu’nun 6 Şubat’ta meydana gelen deprem felaketine ilişkin verdiği önergenin, geçtiğimiz hafta TBMM Genel Kurulu’nda AKP ve MHP milletvekillerinin oylarıyla reddedilmesine pek bir anlam veremedik. Açık ve şeffaf yönetim biçimi iyidir, doğrudur. Madem demokrasi var diyoruz, 6 Şubat müdahalesinde ihmali olanlar kamuoyuyla paylaşılmalı, gerekirse cezalandırılmalı. Kamu hizmeti zordur, meşakkatlidir. Demokrasi rejimlerinde siyaset ya da bürokrasiden hangi görevde olursa olsun, hatalı olanların bedelini ödemesi son derece doğaldır. Adalet herkese lazım, doğru er ya da geç ortaya çıkar, belki bu dünyada ört bas edilebilir ama ilahi adalet mutlaka tecelli eder.
***
Adaletin herkese lazım olduğu bir dünyada, eşitlik ilkesinden hareketle, “savunmanın kutsallığı” tartışılabilir ancak, “savunma hakkının mahkemelerin varlık nedeni” olduğu konusunda hemen herkes hemfikirdir. Devlette ise, gücün tamamının tek elde toplanmasının yarattığı endişeler Aristo’dan, Eflatun’dan buyana her dönem tartışıldı. Montesquieu’nün “Kanunların Ruhu” adlı eserinde yer verdiği fikirler, günümüzün modern anayasal hareketlerine esin kaynağı oldu. 1791 Fransız Anayasası ve 1787 Amerikan Anayasasını kaleme alanlar, “Kuvvetler Ayrılığı İlkesini” benimsemiş ve bu, modern toplumların yönetim şekli haline gelmiştir. “Yasama, Yürütme ve Yargı” fonksiyonlarının ayrı olmasını içeren kuvvetler ayrılığı ilkesi, Batı'da 17’nci yüzyıldan başlayarak, “Temel Hakların, Özgürlük ve Hürriyetlerin korunması amacıyla” siyaset felsefesine bağlı olarak geliştirilmiştir. Biz de yıllardır yazılarımızda “Güçler Ayrılığı” derken, “Yürütmeden Bağımsız Hukukun Üstünlüğü” şemsiyesini en tepede tutarak, “Yargı, Yasama ve Yürütme” organlarının birbirinden bağımsızlığını savunduk.
Adaletten söz etmişken, son dönemde ülkemizde bazı kararların Anayasa hükümlerine rağmen alınabildiğine tanık olduk. Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürülmesine yönelik Yargıtay kararının geçen hafta TBMM Genel Kurulu'nda okunup, Atalay'ın vekilliğinin resmen düşürülmesinin adından, “Anayasa’nın açık, hiçbir kuşkuya yer bırakmayan hükümlerine rağmen” alınan bu karar kamuoyunda tartışma yarattı.
Can Atalay’ı yargılayan ilk derece mahkemesi olan 13’ncü Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi’nin iki kez verdiği hak ihlali kararı doğrultusunda yeniden yargılama yapmak yerine, dosyayı Atalay hakkındaki 18 yıllık hapis cezasını onayan Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne göndermesi, toplumun bir kesiminde, “Güçler ayrılığı ilkesine gölge düşürüldü” görüşünü hakim kıldı.
Not: Charles-Louis de Secondat, baron de La Brède et de Montesquieu ya da bilinen adıyla Montesquieu. Fransız politik düşünür. (D: 1689, Gironde, Fransa, Ö: 1755 Paris, Fransa) Kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. 20 yıl üzerinde çalıştığı 18. yüzyıla damgasını vuran Kanunların Ruhu (De l'esprit des lois) adlı kitabında yasama, yürütme ve yargıyı birbirlerinden ayırmanın önemini vurguladı.
***
AB ÇİFTÇİSİ SOKAKLARDA
Avrupa Birliği’nin tarım politikalarından mağduriyet yaşayan çiftçi ve üreticiler, Brüksel’de kazan kaldırdı. Fransa’daki yoğun protestolar Avrupa geneline yayılıyor. Son olarak, birliğin başkenti Brüksel çiftçilerin traktörleriyle yoğun protesto gösterilerine sahne oldu.
İşte demokrasi tam da böyle bir şeydir. Demokrasi düşüncesinin tüm bireylerde içselleşip hakkıyla yeşerdiği ülkelerde, yönetimler ve onları denetleyen kurumlar hata yapıp kamuyu zarara uğrattığı ya da mağduriyet yarattığında halk, onların yanlış yolda olduğunu, haksızlık yaptıklarını, demokratik hak ve özgürlüğünü kullanarak gerektiğinde sokağa çıkıp kendi seçtiği vekil ve yöneticilere, “Olmadı, yanlış yaptınız, beceremediniz, doğru yolda değilsiniz” diyerek haddini bildirmesi son derece doğaldır!