Genel

"1957 Ankara seli ve Ankara'nın dereleri" söyleşisi Gazeteciler Cemiyeti'nde gerçekleştirildi

11 Eylül 1957'de Hatip Çayı'nın taşmasıyla yaşanan Ankara'nın en büyük doğa felaketi 150'nin üzerinde kişinin hayatını kaybettiği, yüzlerce evin yıkıldığı ve şehrin ekolojik yapısını kökten değiştiren bir dönüm noktası oldu. Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi'nde düzenlenen söyleşide, felaketin tanıkları anılarını paylaşarak hem afetin etkilerini hem de Ankara'nın kaybolan derelerinin hikayesini anlattı.

Abone Ol

67 yıl önce, 11 Eylül 1957'de Hatip Çayı'nın taşmasıyla meydana gelen sel felaketi Ankara'nın tarihi boyunca karşılaştığı en yıkıcı doğal afetlerden biriydi. Resmi kayıtlara göre 165 kişinin hayatını kaybettiği belirtilen felaket, başkenti derinden etkiledi ve şehrin çehresini tamamen değiştirdi. 480 evin yıkıldığı ve yaklaşık 100 milyon TL'lik maddi hasara yol açan felaketin ardından, Ankara'da bir dönem kent yaşamına hayat veren dereler, birer birer yer yüzünden yer altına alınarak menfezlere hapsedildi. Kavaklıdere, İncesu, Dikmen Deresi ve Bent Deresi gibi isimler bugün yalnızca sokak veya semt adı olarak anılırken, dereler hafızalardan silindi. Bent Deresi taşkını sadece bir afet değil, aynı zamanda Ankara’nın kentleşme sürecini etkileyen önemli bir dönüm noktası oldu.

Şehirdeki doğal su kaynaklarının yeraltına alınması, Ankara’nın ekolojik yapısını ve kent dokusunu değiştirdi. Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi'nde Nurdane Sağkan'ın moderatörlüğünde gerçekleştirilen söyleşide, 1957'deki sel felaketinin tanıkları, o günlere dair anılarını, afetin şehirde sebep olduğu değişimleri ve derelerin özgürce aktığı günleri anlattılar.

Etkinlik Gazeteciler Cemiyeti Başkan Vekili Ayhan Aydemir’in açılış konuşmasıyla başladı: “Değerli misafirlerimiz, kıymetli konuşmacılarımız, Gazeteciler Cemiyeti Basın Evi’ndeki söyleşimizde sizleri aramızda görmekten büyük mutluluk duyuyoruz. Cemiyetimiz üyesi Nurdane Sağkan moderatörlüğünde bugün Ankara kent tarihinde çok belirleyici olsa da hatırlanmayan bir olay hakkında konu uzmanlarından sunumlar, tanıklıklar ve önemli anekdotlar dinleyeceğiz.”

Etkinlik moderatörü Nurdane Sağkan, söyleşinin başlangıcında Hatip Çayı taşkınıyla ilgili bilgi verdi. Afetin bilançosuna değinen Sağkan, “1957 yılında bugün Bent Deresi olarak bilinen Hatip Çayı’nın taşmasıyla Ankara’nın en büyük doğal felaketi gerçekleşmiştir. Resmi kayıtlara göre 165 kişinin öldüğü belirtilmiş ancak nüfusa kayıtlı olmayan çocuklarla birlikte bu sayının çok daha fazla olduğu bilinmektedir” dedi.

Sağkan’ın ardından söz alan sanatçı ve öğretmen Sedat Örsel, 1957 taşkını öncesindeki Ankara’yı anlattı: 

“Mamak’a Saimekadın tarafından, yani batıdan girip doğuya doğru yürüdüğünüz zaman hemen sağ tarafta çağlayan bahçeleri vardı. Çağlayan bahçeleri Hatip Çayı’ndan bir savakla bir su alınmış oraya bir çağlayan yapılmış. Yine orada pehlivan Fahri Uçar’ın sahibi olduğu çok güzel sahnesi olan bir açık hava gazinosu vardı. Uçar, Atatürk’ün şoförüydü. Altı sene onun şoförlüğünü yaptı. Pehlivan Fahri amca çok ileri görüşlü bir adamdı. Bütün İstanbul tiyatroları, konserler, konferanslar çağlayan bahçesinde olurdu. 

Biraz ilerlersiniz sağ tarafta Hatip Çayı yer alırdı. Yüzmeye giderdik. Annem ölüp gelme baban çok kızar derdi. Mamak’ın bütün çocukları Hatip Çayı’nda öğrendi yüzmeyi… O kadar güzeldi ki ve bizim oralarda dirsek yapardı. Derin yerler vardı çünkü kum çıkarılırdı. Batıda Mamak’ta ve Köstence’de Üreyir’de kum çıkarırlardı. Şimdiki gibi binalara deniz kumu koyup binleri öldürmezlerdi.

Ondan sonra Kayaş’a gelirsiniz. Nehir pırıl pırıl akardı. Yukarı doğru giderseniz Kayaş’tan sonra da devam eder. Hep Türk boylarının, Oğuz boylarının isimleridir. İdris Dağı’nın kaynağına gidip oradan su içtim. 

Kızılcalar, Kızılcaköy’e yerleşmişler,  Kızılcaköy’ün özü bahçe, dereye dolan yerlere o köyün özü denir. O özde bizim bahçelerimiz vardı. Dedelerimden kalma ve yoncalığımız vardı. Yoncalığın sınırında Şevket Süreyya diye birini derlerdi köylüler. Burada Şevket Süreyya'nın evi derlerdi. Ben onu kadın zannederdim. Bir gün dedeme dedim ki ‘Ya Şevket Süreyya nasıl bir kadın? Ne kadını oğlum, o yazar Atatürk'ün arkadaşıydı. Şevket Süreyya Aydemir mi dedim? He, oydu’ dedi. Oturup kitabını yazıyor ve ‘Suyu Arayan Adam’, koca Atatürk oraya geliyor… 

Yol boyu devamlı su değirmenleri vardı, o değirmenlerin çarkını çeviren Hatip Çayı’ydı. Hasanoğlan’dan sonra Elmadağ’a gelmeden yukarıya dönerdi nehir. Ben nehirde balık tutardım. O dönemler çayın geniş yerlerinde mandalar da yüzerdi.”

"At arabaları, kağnılar gidiyor..."

Ankara’nın taşkından önceki günlerinin detaylı şekilde betimleyen Örsel, afetin olduğu günü şöyle anlattı:

“Kızılcahamam’dan 10 Eylül günü döndük. Bir gürültü duyduk, ‘Ne oluyor?’ derken sel geliyor dediler. Koştuk bir tepeye, gerçekten sel falan değildi. Ankaralılar ‘afat’ derler. Bir afet… Korkunç bir şey, kapılar, bacalar, arabalar suya kapılmış gidiyor… Araba o zaman çok yoktu ama at arabaları, kağnılar gidiyor…”

Sedat Örsel’in ardından söz alan eğitimci ve yazar Dr. Necati Yalçın, sözlerine Ankara’da bulunan tarihi köprüleri göstererek başladı. 

Bent Deresi yakınlarında eskiden mavi çiğdemler bulunduğunu söyleyen Yalçın, “Şimdi bırakın mavi çiğdemi, semte adını veren çiğdemler bile yok. Çünkü yerlerinde bloklar var. Dereler açıktan aksa Ankara’nın otuz ila kırk tane endemik zenginliği yansırdı Ankara’nın içine. Derelerle birlikte bu türleri de yok ettik” dedi.

Ankara'nın eski günlerine değinen Dr. Bülent Kalıpçı ise Ankaralıların çamaşırlarını yıkamak için Hatip Çayı'nın etrafında toplandığı günlerden bahsetti:

“Lise yıllarında Çubuk Çayı’nda yüzmeyi öğrendik. Hatip Çayı’nın sakin, kuytu yerlerinde eliyle balık tutanlar olurdu. Baya büyükçe balıklar… Daha sonra 1957 yılına gelindiğinde Bent Deresi’nden başlayan çay, Ulucanlar’dan devam ediyor bugün Altındağ Bulvarı olarak bilinen bölgeden devam ediyor.

Kısa bir müddet sonra orada ilk muayenehanemi açtım, bir gün müthiş bir kalabalık aşağıya doğru koşuyordu. Ne olduğunu anlamadım; trafik kazası mı, yangın mı? Bir müddet bekledim kalabalık artmaya başladı. Koşarak ben de gittim ve anlatılamayacak kadar dehşetengiz bir afeti iki saat boyunca, şiddetini kaybedinceye kadar ben de izledim.

Ağaçlar, elektrik direkleri, ev eşyaları, canlı insanlar, çırpınan insanlar ve orada güçlü olan kişilerden birkaç kişi kendini başka arkadaşları da tutarak onu garantiye alarak işte biraz suyun içine dizine kadar suya girerek onları çekmeye, kurtarmaya çalıştılar ama maalesef mümkün olmadı bu. 

O dehşetengiz manzara hala gözümün önünden gitmedi bunu sanki doğanın intikamı olarak düşünüyoruz. Şimdi doğayla inatlaşmamak lazım. Elbette ki dere yataklarına binalar yapıldı. Asfaltlandı, köprüler kuruldu. Ve dersini almayan insanların doğanın intikamı da böyle acı oluyor. Bundan da maalesef ders almadık. Şimdi işte derelerimizin üstü kapatıldı. Olan şey tekrar olacaktır. Tekrar deprem de olacak, tekrar sel felaketleri de olacak. Ama bunların tedbirlerini almak lazım.”

Şehir ve Bölge Plancısı Prof. Dr. Mehmet Tunçer, gerçekleştirdiği sunumda Bent Deresi’nin adının Roma dönemi bendinden geldiğini belirtti. 

Hermann Jansen’in “1932 Ankara Planı”na değinen Tunçer, planda kanalizasyon şemalarının yanı sıra bütün akarsuların bulunduğunu vurguladı. Akarsuların hiçbirinin kanalizasyona bağlanmadığının altını çizen Prof. Tunçer, raporda Çubuk Barajı’nın şehrin içme suyu ihtiyacını karşıladığını ve susuzluğa karşı garanti altına aldığını belirtti. Tunçer sözlerine şöyle devam etti:

“Günümüzde Çubuk Çayı’nın ne kadar kirlendiğini hepimiz görüyoruz. Jansen’in imar planında bulunanlar yapılmıyor. Bent Deresi için Ankara’nın en cazibeli ve canlı deresi diyor Jansen. Roma dönemi bendini de bir banyo havuzu ya da yüzme havuzu şeklinde öneriyor. Bu derede eskiden köprüler vardı, ama selle hepsi gitti.”

Asfaltın Altında Dereler Var adlı ödüllü belgesele de değinen Tunçer, “Belgeselde sele değiniliyor. Sel geldiği zaman Kayaş’ta 200 ev su altında kalmış. Milliyet gazetesinde 300 kişinin öldüğü söyleniyor. Sele kapılan otomobiller var. Bu selden sonra Hatip Çayı’nın üzeri, Bent Deresi’nde bütün köprüler yok edildi. Roma dönemi benti de yok edildi ve asfalt yol oldu.” 

İnşaat ve çevre yüksek mühendisi Hasan Akyar, “Ankara’da belki de Türkiye’de ilk defa kamuoyunun akarsularımıza farklı bir açıdan ilgisini çekmek için Ankara Su Çalışma Grubu’nu kurduk” dedi.

Grup çalışmalarına Ankara’nın derelerini kayıt altına alarak başladıklarını söyleyen Akyar, “Gözle görebildiğimiz birkaç tane dere çıktı; Çubuk Çayı, Hatip Çayı, İncesu Deresi… Fakat bunları açıkta bir tek Akköprü’de görebiliyoruz. Yani metronun geçtiği yerde, sırtınızı Ankamall'a dayadığınızda, elli metre doğuya doğru adım atıp önünüze baktığınızda, bu üç derenin birleştiği noktadır. Ama orada doğal bir akarsu akmıyor, hemen hemen tümü kanalizasyon. Çünkü Orta Anadolu'da, özellikle Ankara'da, Ekim ayında derelerimizin, doğal akarsularımızın debisinin en az olduğu, bu üç saydığımın dışında yüzlerce deremizde suyun olmadığı dönemler yaşanıyor. Yani su yok ama bugün bu derelerimizin hepsinde bir akan su var. Kalitesi kanalizasyon, evsel atık” dedi.

"1957 taşkınında 125 milimetre yağış düştü, son 50 yılda Ankara'ya en fazla 57 milimetre yağış düşmüştür"

1957’deki taşkının nedeninin bulutlar olduğuna dikkat çeken Akyar, “Bulutlar belli bir yörede kümeleniyor. Ankara'da bugüne kadar kaydedilmiş, meteorolojinin kaydettiği en yüksek yoğunluktaki yağış, Hasanoğlan, Lalahan, İdris Dağı'nın güney, batı etekleri yaklaşık 125 milimetre yağış alıyor. Yani 250 kilometrekarelik bir alana 125 milimetre düşüyor. 1957'den bugüne, birçok belediye başkanlığının döneminde belediye başkanları şöyle savunma yapıyor: ‘500 yılda bir gelen yağış oldu, bu bir afet, yapacak bir şeyimiz yoktu.’ 20 yıldır çeşitli taşkınlara tanık oluyoruz. Oysa son 50 yılda Ankara ve civarına en fazla 57.2 mm yağış düşmüştür. 1957 taşkınında 125 mm. Yani kıyaslamanız için söylüyorum. Gerçek afet denecekse budur” dedi.

Kent kaşifi Ahmet Soyak, Cumhuriyet’in ilk sorunlarından birinin su sorunu olduğuna dikkat çekerek sözlerine başladı. Elmadağ’dan, Hanımpınarı’ndan, Çubuk Barajı’ndan su getirerek sorunun çözüldüğünü belirten Soyak, bir diğer sorunun da taşkın sorunu olduğunu vurguladı. Soyak, Cumhuriyet Ankarası’nın taşkınlarını şu şekilde özetledi: “10 Haziran 1931 ilk taşkınımız, ardından 1937’de Elmadağ’ından bir başka taşkın. 5 Haziran 1937’de ve ardından 19 Temmuz 1938’de bir başka afet… 1953’te yine bir taşkın var, aslında daha çok var…”

"Afet, erken seçim kararı nedeniyle ilgi görmedi"

11 Eylül 1957 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk erken seçimine karar verildiği için afetin yeterince ilgi görmediğini belirten Soyak, selin üzerinden 3 gün geçmesinin ardından gazetelerde hemen hiç yer verilmediğini belirtti.

Sel yataklarına günümüzde binalar dikildiğini vurgulayan Soyak, 1963 selinde de Ankara’da 800 evin su altında kaldığını söyledi. Keçiören’i taşkınlardan korumak için 2000’li yıllarda Ihlamur Vadisi’ndeki proje için yapılan ilk regülatörün biriken suların lağıma dönüştüğü için kaldırıldığını, ardından diğer regülatörlerin de kırılarak kaldırıldığına dikkat çeken Soyak, şehirdeki hemen hemen bütün sel kapanlarının etrafında yapılaşma olduğunu belirtti.

Emekli TRT spikeri Mehmet Canan, selin canlı şahitlerinden biri olarak anılarını paylaştı:

“Hatip Çayı üzerindeki Tabakhane Köprüsü’nün hemen üst tarafında bir evde oturuyorduk. 11 Eylül günü, ilkokulun bahçesinde top oynuyoruz. Birden bir gürültüler oldu, sel geliyor vesaire… Bent Deresi'nin yamacında bir Işık Sineması vardı. Yazlık açık hava sineması. O sinemanın orada duruyoruz. Selin arttığını görüyoruz. Bu arada dere yatağındaki ilk çalışmalar, iş makineleri de gelmiş. Duvarların bir kısmı da örülmüş. Bu bent deresini kanal içine almak için. Aşağı yukarı üç buçuk metre filan yüksekliği var. Genişlikleri de altı metre filan böyle. Ama daha dereyi oraya taşımamışlar. Yer yer göletler yapılıyor. Oralarda sular tutuluyor. Çocuklar da herkes sulara giriyor. Böyle bir ortamdayken bu selin gelişi adım adım yükselmeye başladı.

En az 2-3 tane ev müştemilatı gibi ahşaptan yapı su üstünde gitti. Otomobiller suya kapılıp gitti… Ama suların üzerindeki insanlara çevreden yapılabilecek hiçbir şey yoktu.

Bakın bu öyle bir iki saatlik bir iş değil. On iki saat sürdü. Gece devam etti. Aksine su azalacak gibiyken yoğunluğu sebebiyle müthiş bir debi yükselmesi oluyor. Ve biz, bizi de etkileyecek diye korktuk. Hacı Bayram daha yüksek bir mevki oraya çıktık. Gece yatasımız gelmiyor herkes bu heyecanı yaşıyor.”

"Sel felaketini ganimete çeviren bir zihniyet var"

Afet gününe dair üzücü anılarını da anlatan Canan, “Gördüğüm şeyleri de paylaşmak istiyorum. O Tabakhane Köprüsü’nün altında bir kadın cesedi var, çocuk merakıyla gittik baktık. Zavallı kadının kolunu kesip bileziğini almışlar. Bunun gibi o kadar çok şey olmuş ki insan dehşete düşüyor. Yani sel felaketini ganimete çeviren bir zihniyet var” dedi.

Söyleşinin son konuğu Dericizade Faruk Küçük oldu. Selin olduğu döneme dair hatıralarını anlatan Küçük, “Altındağ'da iki amcam oturuyordu, orada bir köprüden geçiyordum. Tahta köprüydü. Suyun aktığını biliyorum… Altındağ’a gidip geliyoruz. Ondan sonra duyduğumuz bir selin geldiği. Bu arada hani anons ediyorlar, sel geliyor yükseklere çıkın filan. Bundan 5-10 gün önce de gecekonduların yıkılacğı yönünde bir söylenti dolaşıyor. Yükseklere çıkın anonsu gelince de insanlar ‘Bizim gecekonduları yıkacaklar, bizi kandırıyorlar’ diye düşünüp evlerinden ayrılmıyor. Bu gecekondulardaki nüfusun tamamı da kayıtlı değil, bu yüzden can kaybı resmi rakamların daha üzerinde” dedi.

Söyleşi Nurdane Sağkan’ın teşekkür konuşmasıyla son buldu: 

“Sayın Şevket Bülent Yahnici'ye çok teşekkür ediyoruz. Yalnız bu arada ben unutmayayım. Güven tazeleyerek yeniden seçilen Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sayın Nazmi Bilgin'e bizi evimiz gibi burada kabul ettiği için Gazeteciler Cemiyeti’ne ve Basın Evi çalışanlarına çok teşekkür ediyorum.”